30 Ocak 2015 Cuma

Hediye

Hediye

Urfa’da evliyalar gelmeden çok zaman evvel  Edessa adında tarihin gördüğü en güzel kentlerden biri yükselirdi. Edessa evliyalardan bihaber zamanlarında kuyumculukta, taş işciliğinde çok hünerli ustalara sahipti, ta Part imparatorluğuna kadar bu hünerleriyle para kazanırlardı. Edessa’nın halkı Süryanilerden oluşurdu ve kuyumculukta, taş işçiliğinde hünerli ustaları nereye gitse Aramca bilen herkese çok sevdikleri Kralları için şifa ararlardı. Lokman Hekim ölümsüzlüğü aramaya başlamadan çok zaman evvel Edessa kralı Abgar Ukomo acılar içinde kıvrandığı bir hastalığa kapılmıştı. Şifa bulmak için denemedik yol bırakmayan Abgar uzun uğraşlar sonunda umudunu kaybetmişti.

Ustalığıyla para kazanmak için Filistin’e giden ustalardan biri soluk soluğa Abgar’ın huzuruna çıkar. İsa adında birinin ölüyü dirilttiğini, körlerin gözlerini açtığını, cüzamlıları iyileştirdiğini nefes almadan anlatır. Bunu duyan Abgar hastalığını tedavi etmesi için peygamber olduğunu iddia eden İsa’yı Edessa’ya davet eder. İsa, Edessa’ya gelemez ancak yüzüne sürdüğü ve kendi suretinin çıktığı bir mendili Abgar’a yollar. Kral Abgar mendili alınca hastalığından kurtulur. Abgar bu olaydan çok etkilenir ve Hristiyanlığı kabul eder.

Tüm kiliselerde mevcut Hz. İsa’nın tasviri Kral Abgar’a hediye gönderilen mendildeki Hz. İsa’nın suretiden dünyaya yayılır. Ve 1000 yıl boyunca Süryani halkı bu mendili saklar…

Düşünülmüş, hazırlanmış hediye…


Not: Süryani şaraplarından bahsetmememin nedeni Süryaniler şarap yapmaya Hristiyanlığa geçtikten sonra başlamalarıdır. Hristiyanlıkta şarabın kutsal olmasının nedeni Hz. İsa öğrencileriyle son yemeğinde suyu şaraba çevirmesindendir.

21 Ocak 2015 Çarşamba

İsim; Şehir, Hayvan… Kâlû Belâ

Derler ki; insan yaratılmadan evvel ruhları yaratılmış ve tüm seçimlerini yapacakları meydana toplanmışlar, bu ana  kâlû belâ denir. İnanacağımız dini, konuşacağımız dili, ailemizi ve diğer tüm seçimlerimizi bu meydanda seçmişiz. Bazen hiç tanımadığın birini gözünüz bir yerden ısırır ya, aslında kâlû belâda yanyanaydınız. Merdiven çıkarken, bu anı daha önce yaşadığınıza adınız gibi emin olursunuz ya, kâlû belâdan…

Tüm seçimlerimizi istediğimiz gibi yapabilecek imkan verilmişken, bazı ruhlar seçimlerinde öyle ‘iyi iş’ çıkarmış ki, hayran kalmamak elde değil. İsim vermenin luzümu yok, hayatı ‘iyi iş’ çıkarmış diyebileceğimiz herkesi sayabiliriz. Bununla beraber kalan ruhların o esnada seçimlerinden önemli işleri mi vardı bilinmez beş benzemez seçimler yapıp meydandan ayrılmışlar.

Tahmin edersiniz ki, ‘iyi iş’ çıkaran biri bu yazıyı yazmaz. Bu yazıyı Kâlû belâda onca seçim varken böyle saçma bir seçimi ancak benim gibi beş benzemez seçimler yapan biri yazar. Seni ilgilendir soru şu, bu yazıyı okumana sebep olacak seçimi neden yaptın? (Düşünmen için iki satır boşluk bırakıyorum.)



*

Araba alırken neye dikkat ederiz ? Rengine mi? Hızına mı? Boyutuna mı? Güvenliğine mi? Gücüne mi? Aslına bakarsanız araba alırken bu soruların cevabını arayanlar ‘iyi iş’ çıkaranlardır, bizlerin sorduğu soru şudur, ekonomik mi? (Yakıt tüketimi – yedek parça maliyeti) Araba alırken, televizyon alırken, ev alırken veya aklınıza ne geliyorsa onu alırken süreç böyle işler. ‘iyi iş’ çıkaranlardan kötü seçimler yaparız.

‘iyi iş’ çıkaranlardan kötü seçim yaptığımızı söylerken sadece ekonomik kısmını anlatmıyorum, mesleğimiz, cocugumuza vereceğimiz isim, yaşayacağımız şehir veya köy kısaca aklınıza gelebilecek her türlü seçimde birilerinden kötü seçimler yaparız. Ve yaptığımız tüm seçimler birbiriyle bağlantılıdır. İstanbul yaşamayı seçmek ‘iyi iş’ çıkarmaya örnek olamaz, bununla bağlantılı diğer seçimleri de değerlendirmeliyiz. Yaşar Kemal ile beraber milyonlarca insan İstanbul'da yaşıyor fakat ‘iyi iş’ çıkaran seçimleri yapanlardan biri Yaşar Kemal iken, diğer milyonlarca insandan çok küçük bir kısmını çıkarırsak İstanbul'da yaşamak ‘iyi iş’ çıkaranların seçimlerine örnek olamaz.

En güzel, en renkli, en büyük şehirde yaşamak başlı başına iyi bir seçim değildir, yaşadığımız şehirle birlikte diğer seçimlerimiz de önemlidir. Örneğin, doğru seçilmiş bir meslekle  Batman’da başrol/kahraman olabilirken aynı meslekle İstanbul’da figüran olmaktan öteye gidemeyebiliriz. Veya tam tersi.

*
Kâlû belâda tüm seçimler arasında en mükemmellerini seçen yoktur. Mükemmele yaklaşan bile yoktur, fakat tüm seçimler de en kötüyü seçen yığınla ruh vardır. Bu ruhlar ironik gelir bana, muhtemelen bu ruhların hayvan veya bitki olması öngörülmüştür. Fakat bu ruhlar insan olma adına en kötüyü seçmeye razı gelmişlerdir. Elbette bu böyle de olmayabilir. Fakat anlamadığım en kötü seçimleri yapan ruhların neden kendine değer vermiyor olduğu. Yani en güzelini, en iyisini, en eni kendine layık gören insan kâlû belâda neden ‘en’ kelimesinin en olumsuzunu seçer ki…


Peki Kâlû belâ’da hayvan veya bitki olması öngörülen ruhların seçimi… O meydanda kedi olmayı kabul etmiş ruhun da seçim yapma hakkı devam eder. Kısırlaştırılmış ve dört duvar arasında mı yaşamayı seçecek yoksa hayvanları seven bir köyde mi yaşamayı seçecek yoksa sokaklarda açı açına gezen bir kedi mi olacak? Mart ayında hangi kediyle çiftleşecek? Ne renk tüyleri olacak? Ya ‘iyi iş’ çıkaracak ya da beş benzemezi seçecek. Yani o meydanda ne olmaya karar verirsek verelim işimiz yeni başlıyor… 


Ve o meydanda ne demişsek onu yaşıyoruz. Bahanemiz yok, halimiz neyse seçtiğimiz odur…


Not: Çok fazla örnekleme yapmak istediğim, uzun uzun yazmak istediğim bir konu olması dolayısıyla farklı versiyonlarını yazmayı umuyorum.

11 Ocak 2015 Pazar

İsim; Şehir, Hayvan… Bölüm 1 : Özgürlük Tower


 ‘Ölünceye dek köle olarak yaşanır mı?’ diye bağırarak bilet satan şoföre son paramı vererek şehre gitmeye, kölelikten kurtulmaya karar verdim. Köle miydim hatırlamıyorum fakat doğduğum topraklarda güneş bile doğarken korkarak doğar, batıncaya korkudan en sert halini takınırdı.

Ölünceye dek köle olarak yaşanır mı?

Bakınız: Spartacus MÖ:73-71

Şayet içinde bulunduğunuz otobüsün camından baktığınızda eli bastonlu yaşlıların, emekleyen çocukların sizi solladığını görüyorsanız, yolculuğunuz özgürlüğedir.
            
        İnsan üzüm yemekten, üzümün üzüm olmakta, rüzgârın üzüme çarpmaktan korktuğu bu topraklardan kurtulup özgürlüğe kavuşmak için bindiğimiz otobüste ilk öğrendiğim, özgürlüğün bedeli oldu, özgürlük kıymetliymiş, yoksa bu otobüs böyle kaplumbağa hızında yol almazdı.

Otobüsün hızından, özgürlüğe varacak olmamızdan dolayı hiçbir yolcu şikayet etmiyordu, bende şikayet etmiyordum. Gerçi doğduğumuz topraklarda şoföre ‘hızlan’ diyecek cesarette insan doğmuyordu. Şoför sürekli şehirle ilgili hikayeler anlatıyor sürekli tavsiyeler veriyordu; çalışırsan taşı toprağı altınmış, kızlar teklif ediyormuş…

Şoför konuştukça keyifleniyor sigara üstüne sigara yakıyorduk, aslında pek hatırlamadığım bir geçmişimiz daha vardı şehirle ve hatırladığım tek şey hayatımda hiç olmadığım kadar köle olduğumdu oysa şimdi özgür olacağıma ikna olmuştum. Hatta doğduğum topraklara, mezara giresice korkuya ne çok heba etmişim ömrümden diye öfkeleniyordum…

*

Yıllar sonra şehre vardığımızda şoför, yedi tepeden oluşan bu koca şehirde herkesi bir tepeye serpiştirdi ve beni de ‘tepe bile denmez’ gökyüzünün kapkara olduğu, toprak yerine beton olan bir yere fidelemiş ceketinin iç cebinden çıkardığı paralarını saya saya gözden kaybolmuştu. Muhakkak bir hata vardı, açıkça belliydi burada özgürlük yoktu. Şoförün ardından bağıracak cesaretim olsaydı ‘ah keşke’ belki bu hatayı düzeltebilirdi.

Yok, yok ne ben burada kök salabilirdim nede özgürlük buraya uğrardı.

Şoförün gözden kaybolduğu yola, hatasını anlar ve geri döner umuduyla aylarca baktım.

Gel zaman, git zaman…

Sizlerin bu hikayeyi okurken kaybettiğiniz zamanın anlamsızlığı fark ettiğiniz gibi bende şöforun geri gelmesini beklemenin anlamsızlığını farkettim. Şayet şoför dönse bile ağzımı açıp itiraz edecek cesarete sahip değildim. Velev ki hata yaptığını anlarsa nasıl olsa beni bulacak diye beklemekten vazgeçtim.

İnsanlarla aram iyi olmadığı için, tamam tamam, korktuğum için, toprağı koklamak için betonu tırmalayıp tırnağını kıran kediyle, koparılmış kuyruğunu arayan köpekle yârenlik ettim. Güzel dostluklardı.

*

Günün birinde, birileri çıkıp geldi ve özgürlük olarak vadedilen ‘topraklara’  gökdelen dikmeye karar verdi, inanması güç ama birileri özgürlüğünüzün üzerine gökdelen dikebilir, adını da özgürlük koyabilirmiş bu şehirde…

Buraya kadar olanlara bir mantık bulunabilir, olayın mantıktan ırak kısmı, gökdelen inşaatında çalışmam. Hiç itiraz ettiğimi hatırlamıyorum, gerçi itiraz etmek aklıma bile gelmemişti. Neyse ki, dünyamın ne kadar küçük olduğunu anlamışlar ki, dünyam kadar küçük bir kulube tahsis ettiler bana. İşim kolaydı, gündüzleri ‘Özgürlük Tower’ için çalışan ejderhaların ağızlarından çıkan ateşlerde saklı cümleleri bulup yerine getirmek, geceleri de toprak koklamaya çıkan kedileri, koparılmış kuyruğunu arayan köpekleri inşaat alanından uzak tutmaktı.

Ölünceye dek köle olarak yaşanır mı? diyen şöforun yol boyunca anlattığı hikayelerin herhangi birinden daha kısa sürede devasa gökdeleni bitirmişti ejderhalar. Özgürlük işini şu ejderhalar üstlense birkaç ayda herkese yetecek kadar özgürlüğümüz olacaktı.

*

Özgürlük Tower öyle ihtişamlı deliyordu ki göğü, önünde diz çöküp ibadet etmemek için kendinizi zor tutarsınız. Yerden 13 metre yüksekliği olan kabe’ye bir buçuk milyar insan diz çöküyorsa, yerden 222 metre yüksekliğe sahip Özgürlük Tower’a tüm kozmos diz çökmeliydi.

Evet, kutsal insanların, kutsal hayatlarını ancak böyle kutsal bir mekanda yaşamaları kabul görülürdü.

Size bu kutsal insanları özetlemem gerekirse, güzel işleri olan, iyi kazançları olan, büyük arabaları olan (bu insanlar için araba satın alırken önemli olan şu, en büyük arabayı en küçük beyni olan alır), konsere gitmek için harcadığı parayı bilimsel çalışmalara aktarmış gibi hisseden, konusunu bir gram umursamadığı halde konferanslara giden, kedi köpeği pis vicdanlarını aklamak için besleyen, kıç kadar mekanlarda kıç kadar beyinleriyle bok kokulu sohbetler eden, ahkam kesen, sadece aldıkları alkolun etkisiyle kahkaha atan, gece rahat uyuyan insanlardır.

Bu kutsal insanları bizden gelebilecek kötülüklerden korumak için erişemediğimiz yerlere koymalarının nedenini şimdi anlamışsınızdır.

Bu kutsal mekanda kendime bir iş bulmama şaşırmazsınız herhalde. Sadece iş bulmam mı özgürlüğü unutmuş; ev aldığım, araba aldığım, 45000 ekran televizyon aldığım hayallerime kavuşmama da şaşırmazsınız herhalde. Hem zaten bunların olmadığı bir özgürlük neye yarardı? Sana yarar mı?

Yıllarca bu kutsal mekanın sakinlerine hizmet ettim, ev, araba veya hayalini kurduğum hiçbir şeye sahip olamadım. Şimdi kutsal insanlar sayesinde emekli olmayı hakkettim ve doğduğum topraklarda ölümü beklemek için yola çıkıyorum.



5 Ocak 2015 Pazartesi

Doktor

5 Ocak 2015

Biz çatal lastik deriz siz sapan…

Bir doktorla ilk tanışmamı anlatarak başlayacağım söze, doktorla, çatal lastik yapmak için mahalleden arkadaşlarla devlet hastanesi çöplüğünden serum lastiği aramaya giderken bir şakalaşma sonrası sol elim başparmağının kökünden 3 cm kesilmesiyle tanıştık. Muhtemelen çocuk aklımla  çok kan akıyor diye düşünüyordum ama  çok fazla içimin yandığını hatırlıyorum. Arkadaşlarım apar topar beni hastanenin acil servisine götürdüler. O zamanlar sağlık karnesi vardı, yeşil bir defter, pırlantadan değerli. Acil servisteki doktor karnemin olmadığı için tedavi edemeyeceğini söyleyip karnemi getirmemi söyledi, korkudan içeri giremeyen arkadaşlarım kapıda bekliyordu. Onlara eve gidip karnemi getirmelerini söyledim ve annem soracak olursa kötü bir durum olmadığını söyleyin dedim. Sonra içeri girip acil durumlarda müdahale edilen odanın karşısında beklemeye başladım. Hastanede pek kimse yoktu. Yaram çok kan akıyordu, çok fazla içim yanıyordu.

Doktor beni görünce karneni getirdin mi diye sordu, bende doktora, hayır arkadaşlarımın getireceğini söyledim, arkasını döndü birkaç adım attıktan sonra tekrar dönüp elimden akan kanların koridoru kirlettiğini gördü. Elimi dik tutmam gerekiyormuş…

Odasından çıkan doktor beni tekrar gördü artık müdahale etmesi gerektiğini anlayınca acil müdahalelerin yapıldığı odaya götürdü. Yaramı dikmesi gerekiyor. Benim de canım tatlıydı. Ağladığımı hatırlamıyorum lakin ağlama lan diye tokat yediğimi hatırlıyorum. Ağladığımı hatırlamıyorum ama yüzüme gelen tükürüklerin şerefsiz kelimesini bağırırken çıktığını hatırlıyorum.

Doktor işini bitirince 5-6 yaşlarında bir çocuğun bildiği tüm küfürleri içimden ettiğimi hatırlıyorum.

Yaşadığım coğrafyada o yıllarda 5-6 yaşında da olsanız kimlik taşımanız gerekiyordu, çocukluktan başlayan bir yük işte…

Kurtuldum diye kapıya yönelirken karnen gelmeden gitme diye seslendi, sonra gözlerimden kaçacağımı mı anlamıştı bilmiyorum ama kimliğimi istedi. Artık kan akmıyordu ama içim hala çok fazla yanıyordu.

Neyse ki kapıda çok beklemedim, arkadaşlarım annemi peşlerine takıp gelmişlerdi.

Aradan birkaç yıl geçmişti ve okumayı sökmüştüm, zeki olmasam da çalışkan bir öğrenciydim. Aynı sırayı 3 öğrenciyle paylaşırdık ve birinin burnu aksa, ertesi gün diğer 3 öğrencinin de burnu akardı. Peki biri uyuz olmuşsa ?

İlkokul 2. Sınıfta hastane koridorunda tüm sınıf birden kaşınıyorduk ama doktor tek bir çocuğu tedavi ederek tümevarmıştı. Tedavi ise iğrenç kokulu yeşil bir sıvının tüm vücudumuza sürülmesiydi.

O akşam banyoda çırılçıplak annemin ilacı vücuduma sürmesini beklerken, bir daha doktora gitmeyeceğime dair yeminler ediyordum. Uyuzu bulaştıran değil çırılçıplak bir halde annemin karşısında olmama neden olan kişi suçluydu.

Ve yeminimi 25 sene tutup doktora gitmedim…

Diş ağrısında başımı duvarlara vurdum, gitmedim. Araba çarptı, gitmedim. Günlerce yatakta kıvrandım, gitmedim. Gitmedim. Gitmedim.

25 yıl sonra bir doktorla tanıştım, öyle doktor dediğime bakmayın, lisedeki fizik öğretmenin gibi güzel, maliyedeki memur gibi öfkeden bihaber, yaptığı hesabın doğru olduğuna emin olsa dahi tekrar hesaplayan bankacı gibi tutarlıydı. Kıyaslama yapacak olursak bugüne kadar tanıdığım insanlarla beraber biz kesilmeyi bekleyen ceviz ağacıydık, o ise Maraş işi ahşap mücevher sandığıydı.

Bizim içimiz çürümüştü, onunsa içinde mücevherler vardı.

Gel zaman, git zaman…

Elimde alerjiye dayalı küçük sarı noktalar olduğunu gördükten sonra, doktora gitmem gerektiğini söyleyip duruyordu, bense doktora gitmediğimi, gitmeyeceğimi söylesem de ikna edilmiştim. Bir Cuma günü cilt doktoruna beraber gittik. Doktor elimi inceledikten sonra ‘sifilis’ diye teşhis koydu. Ben hastalığın ismini duyunca ‘ooo iyisin abi, hemencecik geçecek hastalığım ben’ gibi anlamıştım ama arkadaşımın ağzı açıktı.

Sifilis veya adı her neyse işte, cinsel yolla bulaşan ve bir aşamadan sonra  sizi tehlikeli sonuçlarla  tanıştırabilecek bir hastalık.

Askerden yeni gelmiştim ve cinsel yollardan değil uçakla dönmüştüm evime. Bu gerçeğe rağmen hayatımın en uzun hafta sonunu yaşamıştım. 25 sene doktora gitmemişseniz ve bir gün doktorun biri size sifilis olmuşsun diyorsa inanırsınız. Hatta sifilis değilseniz bile olursunuz. Uyuyamazsınız. Hafta sonu telefonla Pazartesiye randevu aldığınız özel hastane size saat 10.00 ‘da randevu verirse geç diye kavga edersiniz.

Doğru hatırlıyorsam, egzamaydı sifilis sanılan hastalık ve doktorlara karşı korkumun ne kadar yerinde olduğunu bir daha kanıtlamıştı ikinci teşhis.

Kendi haline bıraktığım sağlık sektörü 25 sene de bir gıdım ilerlememişti.

Ta çocukluğumdan bu güne  doktorlardan korktum, doktorların zulmüne maruz kalan her canlı için üzüldüm. 

Bir yakınım hastalandığında, hastalanmasına mı yoksa doktor eline düştüğüne mi üzüldün diye sorsalar cevap veremem.

*

Toplumda doktorun yerine bakınca hava atıyorum gibi olacak, doktor arkadaşım! ile uzun süre arkadaş olduk, beraber Sülüklühan’da kahve içtik, Erbil kalesi yamacında nargile içtik, Maçka parkında kahvaltı ettik ve daha nicesi. Doktordu ama hiç mesleğinden bahsetmezdi, doktor olmakla suç işlemiş olduğunu düşünürdü diye hissederdim. Zaten 1-2 ağrı kesici ilaç ismi ve bipolar kelimesinden başka öğrendiğim olmadı.

Ona bakınca doktorlara olan düşüncelerimden utanıyordum ama bazen öyle meslektaşlarıyla tanıştırıyordu ki beni inanın, ıslak hortumla dövmek zevk verirdi en şiddetten uzak olanınıza.

İçtiğimizin kahvenin hatırı 40. yılına girdi ve nargileden çıkan duman mı yoksa kara duman mı veya her neyse bir duman üstümüze çöktü… Gülün üstüne çöken sonbahar gibi, karşıdan karşıya geçen kedinin üstüne çöken arabalarınız gibi, doğum esnasında evladının ağlamasını duymayan annenin üstüne çöken neyse bizim de üstümüze çöken oydu…

Koşulsuz ve acımasız…

Bir cumartesi sabahı bu doktor arkadaşım, bu mahalleden, bu şehirden, bu ülkeden taşınıyordu ve ben filmlerindeki gibi yolun karşısında saklanarak kamyona yüklenen eşyalara bakıp düşünüyordum.

Yüklenen sehpanın alt bölmesini kırdığımda bana kahve yapmıştı.

Buzdolabının üstünde ona aldığım çiçeğin ‘İyi ki Varsın’ yazan kartı asılıydı.

Dolabın aynasında en güzele sarıldığımı görmüştüm.


Ve kamyonun ardından gitmişti…

Evde bıraktığı/unuttuğu ne varsa ve bıraktığı/unuttuğu ne düşünüyorsa öyle düşünüyordum. Mutfak dolabının arkasına düştüğü için kamyona bindirilmeyen çay kaşığından farkım yoktu. Tarihi geçtiği için kamyona bindirilmeyen gazete kağıdından farkım yoktu…

Bana göre tüm doktorlar hastalarına kötü davrandığı için, yanlış teşhis koyduğu için, daha çok hasta görüp daha çok kazanmayı hedeflediği için suçludur. Arkadaşım ise yolda yürürken yere tüküren biri görürsem suçludur, dolmuştayken ayakta kalırsam suçludur, krema kahveden önce biterse suçludur, yemeğimden kıl çıkarsa suçludur, faturalarımı ödememişsem suçludur, en çok konuşmaya ihtiyaç duyduğumda susuyorsam suçludur,  ve suçludur her şey için suçludur.

Neden mi?

5 yaşındaki bir çocuk gibi korktuğum doktorlarla beni bir başıma bıraktığı için…

Beni Maraş işi ahşap mücevher sandığı olduğuma ikna edip içi çürümüş ceviz ağacı olarak bırakıp gittiği için…