Sabahın erken saatinde annem beni uyandırmış, ne
olduğunu anlamadan üzerime siyah bir önlük geçirmiş, sürekli nasihatlar
veriyordu. Ablamın yanından ayrılmamamı, okuldan eve ablamla gelmemi, kimseyle
kavga etmememi tekrarlayıp duruyordu. Hatırladığım –ki uykuyu benim kadar
seviyor iseniz unutmazsınız- ilk defa kendi rızam dışında uyandırılmıştım ve
tabiri caizse afyonum patlamamıştı. Etrafta bir telaş kol geziyor benimse sesim
soluğum kesilmiş etrafa bakınıyordum.
Önce ki geceye kadar okula
gidecek olmam en az şeker bayramı kadar heyecan vericiydi fakat ablamın elini
tutup okul yoluna çıkınca ağlamaya başladım. Ablam bu krizimi bir simit ile
aşıp beni sınıfıma götürmüş, komşu cocuklarının oturduğu sıraya yerleştirip
kendi sınıfına gitmişti. Kocaman bir sınıfta, onlarca sırayla, yaz yaz bitmez
kara tahtayla, onlarca kara önlüklü beyaz yakalı çocukla baş başa kalmıştım.
Benim dışımda herkes bu sınıfta doğup büyümüş gibi rahattı. Okul hayatının ilk
gününde kahkaha atabilen, oyun oynayabilen çocukları hala enteresan
bulurum.
Kalabalık bir sınıf olduğumuz
için aynı sırayı, Aziz, Hidayet ve okulun açılmasından bir hafta sonra sınıfa
gelen Ahmet ile paylaşıyorduk.
Çok parlak bir
öğrenci değildim, okumayı çok geç söktüm ve sadede gelecek olursam bu hikaye
burada başlıyor.
Okumayı yavaş
yavaş sökmeye başladıktan sonra ilk olarak bir bisiklet üzerinde boya ile
özenle yazılmış ‘Sende mi ela gözlüm?’ (Sesli tekrar edelim, Sssseeennndddde
mmmi eeelll-aa gggöözzzlllüüü-mmm) yazısını okudum. Ve tüm hayatım o arabesk soru
ile allak bullak oldu. Evinde gazetelerin verdiği britannicalar yok muydu diye
sormayın, yoktu, hatta okunacak herhangi bir kitap yoktu, yaşadığım coğrafyada
evinde kitap bulunduğu için cezalandırılan yığınla insan vardı, bu gerekçe ile
ailemi savunmayacağım, yoktu işte.
Evinde kitap
olmayan yoktur aranızda fakat gene de altı çizelecek bir cümle yazmam
gerektiğini düşünüyorum, kalemler hazırsa geliyor, Kitap girmeyen evlerin
çocuklarını ‘Sende mi ela gözlüm?’ sorulu kurtlar kapar.
Kabul
ederseniz ki, bu soruyla okuma hayatına başlayan bir çocuktan çıksa çıksa Hakkı
Bulut hayranı çıkar… Bu vesile ile lisede Hakkı Bulut dinlediğim için benimle
dalga geçenlere cevap vermiş oldum.
İlkokul
bittikten sonra ailem dini eğitim için beni camiye gönderdi, yıllarca her yaz
tatilinde gittim camiye ve Elifba’nın ötesine geçemedim. Sesim güzel değil
fakat sesimi gırtlaktan vererek tecvizli kuran okuyup camın önünden geçen
birini imana getirmeyi çok isterdim. Olmadı…
Orta okulda
kütüphanede ders çalışmak modaydı, muhtemelen evde ders çalışacak yeri olmayan
öğrenciler bu modayı başlatmıştı ve bende her gördüğünü isteyen şımarık veletler
gibi ders çalışmak için değil onlar gidiyorsa bende giderim ile kütüphaneye
gittim. Kütüphanede ders çalışmanın koşulları vardı, ilkin kart almamız
gerekiyor, bastık 500 kuruşu, aldık, sessiz olmamız gerekiyordu olmadık,
kovulduk. Hayatı boyunca sessizliği şiar edinmiş ben, kütüphanede dudağını
koluna bastırıp üfleyerekten osuruk sesi
çıkarıp duruyordum. Kovulduk ey halkım unutma bizi.
O dönem başka
bir moda vardı, mizah dergileri. ‘Sende mi ela gözlüm?’ cümlesinden sonra mizah
dergisi okumam abesle iştigal değil mi? İlk okuldan sıra arkadaşım Ahmet okuyup
okuyup gülerken, bana anlamsız geliyordu, okuyordum okumasına fakat anlamıyordum.
Sorun mizah dergilerinde diye düşünmüyordum, okuduğumu anlamıyordum ve bunun
farkındaydım. Porno dergilerini deki yazıları da anlamıyordum, en çokta buna üzülüyordum.
Lise ikinci sınıfta ilk defa bir kitabın
tamamını okudum.
Devlet bulupta
cız yapmasın diye yerin altına, kömürlüğe, bacaya velhasıl devletin olmadığına
kanaat getirilen her yere saklanan kitaplardan bazılarını bir bidonun içinde
buldum. Ve çaldım. Önce ailemin başı derde girmesin diye kömürlükte sakladım,
ilk sayfaları kömürlükte okumaya başladım. Kışla beraber kitapları tek tek eve
götürüp evde okumaya başladım. Öyle kitap kurdu olduğum için okumuyordum, tehlikeli
kısmı heyecanlandırıyordu beni, yaşadığım coğrafya da öldürülmek, cezaevine
girmek saygı duyulan konulardı, öyle komşunun malını çalıp cezaevine girmekten
bahsetmediğimi anlamışsınızdır. Ve lise son sınıfa geldiğimde bir tartışma
esnasında ‘ben sosyalistim’ demiş bulundum. Ben hava atmakla yetinirdim de
hocalar pek öyle yetinmek istemiyordu. Sosyalist olmadığıma ikna edinceye kadar
durmadılar. Hayatı boyunca ‘Sende mi ela
gözlüm?’ ile yaşayan çocuk nasıl sosyalist olabilirdi ? Evet kitapların tamamı
sosyalizm, marksizm, din üzerineydi.
Lise bittikten
sonra Kelepir kitapevi adlı kitapcı da ücretsiz çalışmaya başladım, isminden
anlaşılacağı üzre nerde eski, ilgisiz kitap varsa bizdeydi, hatta
müşterilerimizin yarısı kitap hırsızıydı. Gözüme baka baka kitap çalarlardı.
Şayet okumuşsam çaldığı kitabı sesimi çıkarmazdım, fakat okumamışsam ne yapar
eder çalmasına izin vermezdim. Ordan alışkanlıktır okuduğum kitabı hediye ederim.
Kitap ile
ilişkim bunlardan ibaret değil, üniversitedeyken kitapcı batıracak kadar kitap
çalmışlığımdan -batmamış kitapcılar da üniversiteyi
2 yıl okuduğumdan kurtulmuşlardır- veya okumayı yarı da bıraktığım
kitaplardan söz etmeyeceğim, amaçım kasedi başa sarıp, ‘Sende mi ela gözlüm? ile
başlayan okuma hayatımdan öncesine gidip başka bir cümle/kitap ile yeniden
başlamak. Şayet böyle bir şansım olsaydı ve okuyacağım cümle/kitap Yaşar Kemal’e
ait olurdu. Daha duygusal, daha sıcakkanlı, daha insancıl veya herneyse o daha olur muydum bilmiyorum fakat her
ne olacaksa güzel olurdu, iyi olurdu…
Okumaya,
heceleye heceleye okumaya Yaşar Kemal ile başlayan çocuklara…
Not: Yazıyı
Yaşar Kemal hastaneye kaldırılmadan önce yazdım. Hikayenin devamını başka bir
yazı ile paylaşacağım. Yaşar Kemal’e geçmiş olsun dileklerimi sunuyor en kısa
zamanda sağlığına kavuşmasını diliyorum… Gitmenin hiç sırası değil…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder