11 Şubat 2015 Çarşamba

Yaşar Kemal

Sabahın  erken saatinde annem beni uyandırmış, ne olduğunu anlamadan üzerime siyah bir önlük geçirmiş, sürekli nasihatlar veriyordu. Ablamın yanından ayrılmamamı, okuldan eve ablamla gelmemi, kimseyle kavga etmememi tekrarlayıp duruyordu. Hatırladığım –ki uykuyu benim kadar seviyor iseniz unutmazsınız- ilk defa kendi rızam dışında uyandırılmıştım ve tabiri caizse afyonum patlamamıştı. Etrafta bir telaş kol geziyor benimse sesim soluğum kesilmiş etrafa bakınıyordum.

Önce ki geceye kadar okula gidecek olmam en az şeker bayramı kadar heyecan vericiydi fakat ablamın elini tutup okul yoluna çıkınca ağlamaya başladım. Ablam bu krizimi bir simit ile aşıp beni sınıfıma götürmüş, komşu cocuklarının oturduğu sıraya yerleştirip kendi sınıfına gitmişti. Kocaman bir sınıfta, onlarca sırayla, yaz yaz bitmez kara tahtayla, onlarca kara önlüklü beyaz yakalı çocukla baş başa kalmıştım. Benim dışımda herkes bu sınıfta doğup büyümüş gibi rahattı. Okul hayatının ilk gününde kahkaha atabilen, oyun oynayabilen çocukları hala enteresan bulurum. 

Kalabalık bir sınıf olduğumuz için aynı sırayı, Aziz, Hidayet ve okulun açılmasından bir hafta sonra sınıfa gelen  Ahmet ile paylaşıyorduk.

Çok parlak bir öğrenci değildim, okumayı çok geç söktüm ve sadede gelecek olursam bu hikaye burada başlıyor.

Okumayı yavaş yavaş sökmeye başladıktan sonra ilk olarak bir bisiklet üzerinde boya ile özenle yazılmış ‘Sende mi ela gözlüm?’ (Sesli tekrar edelim, Sssseeennndddde mmmi eeelll-aa gggöözzzlllüüü-mmm) yazısını okudum. Ve tüm hayatım o arabesk soru ile allak bullak oldu. Evinde gazetelerin verdiği britannicalar yok muydu diye sormayın, yoktu, hatta okunacak herhangi bir kitap yoktu, yaşadığım coğrafyada evinde kitap bulunduğu için cezalandırılan yığınla insan vardı, bu gerekçe ile ailemi savunmayacağım, yoktu işte.

Evinde kitap olmayan yoktur aranızda fakat gene de altı çizelecek bir cümle yazmam gerektiğini düşünüyorum, kalemler hazırsa geliyor, Kitap girmeyen evlerin çocuklarını ‘Sende mi ela gözlüm?’ sorulu kurtlar kapar.

Kabul ederseniz ki, bu soruyla okuma hayatına başlayan bir çocuktan çıksa çıksa Hakkı Bulut hayranı çıkar… Bu vesile ile lisede Hakkı Bulut dinlediğim için benimle dalga geçenlere cevap vermiş oldum.

İlkokul bittikten sonra ailem dini eğitim için beni camiye gönderdi, yıllarca her yaz tatilinde gittim camiye ve Elifba’nın ötesine geçemedim. Sesim güzel değil fakat sesimi gırtlaktan vererek tecvizli kuran okuyup camın önünden geçen birini imana getirmeyi çok isterdim. Olmadı…

Orta okulda kütüphanede ders çalışmak modaydı, muhtemelen evde ders çalışacak yeri olmayan öğrenciler bu modayı başlatmıştı ve bende her gördüğünü isteyen şımarık veletler gibi ders çalışmak için değil onlar gidiyorsa bende giderim ile kütüphaneye gittim. Kütüphanede ders çalışmanın koşulları vardı, ilkin kart almamız gerekiyor, bastık 500 kuruşu, aldık, sessiz olmamız gerekiyordu olmadık, kovulduk. Hayatı boyunca sessizliği şiar edinmiş ben, kütüphanede dudağını koluna bastırıp üfleyerekten  osuruk sesi çıkarıp duruyordum. Kovulduk ey halkım unutma bizi.

O dönem başka bir moda vardı, mizah dergileri. ‘Sende mi ela gözlüm?’ cümlesinden sonra mizah dergisi okumam abesle iştigal değil mi? İlk okuldan sıra arkadaşım Ahmet okuyup okuyup gülerken, bana anlamsız geliyordu, okuyordum okumasına fakat anlamıyordum. Sorun mizah dergilerinde diye düşünmüyordum, okuduğumu anlamıyordum ve bunun farkındaydım. Porno dergilerini deki yazıları da anlamıyordum, en çokta buna üzülüyordum.

Lise ikinci sınıfta ilk defa bir kitabın tamamını okudum.

Devlet bulupta cız yapmasın diye yerin altına, kömürlüğe, bacaya velhasıl devletin olmadığına kanaat getirilen her yere saklanan kitaplardan bazılarını bir bidonun içinde buldum. Ve çaldım. Önce ailemin başı derde girmesin diye kömürlükte sakladım, ilk sayfaları kömürlükte okumaya başladım. Kışla beraber kitapları tek tek eve götürüp evde okumaya başladım. Öyle kitap kurdu olduğum için okumuyordum, tehlikeli kısmı heyecanlandırıyordu beni, yaşadığım coğrafya da öldürülmek, cezaevine girmek saygı duyulan konulardı, öyle komşunun malını çalıp cezaevine girmekten bahsetmediğimi anlamışsınızdır. Ve lise son sınıfa geldiğimde bir tartışma esnasında ‘ben sosyalistim’ demiş bulundum. Ben hava atmakla yetinirdim de hocalar pek öyle yetinmek istemiyordu. Sosyalist olmadığıma ikna edinceye kadar durmadılar.  Hayatı boyunca ‘Sende mi ela gözlüm?’ ile yaşayan çocuk nasıl sosyalist olabilirdi ? Evet kitapların tamamı sosyalizm, marksizm, din üzerineydi.

Lise bittikten sonra Kelepir kitapevi adlı kitapcı da ücretsiz çalışmaya başladım, isminden anlaşılacağı üzre nerde eski, ilgisiz kitap varsa bizdeydi, hatta müşterilerimizin yarısı kitap hırsızıydı. Gözüme baka baka kitap çalarlardı. Şayet okumuşsam çaldığı kitabı sesimi çıkarmazdım, fakat okumamışsam ne yapar eder çalmasına izin vermezdim. Ordan alışkanlıktır okuduğum kitabı hediye ederim.

Kitap ile ilişkim bunlardan ibaret değil, üniversitedeyken kitapcı batıracak kadar kitap çalmışlığımdan -batmamış kitapcılar da üniversiteyi 2 yıl okuduğumdan kurtulmuşlardır- veya okumayı yarı da bıraktığım kitaplardan söz etmeyeceğim, amaçım kasedi başa sarıp, ‘Sende mi ela gözlüm? ile başlayan okuma hayatımdan öncesine gidip başka bir cümle/kitap ile yeniden başlamak. Şayet böyle bir şansım olsaydı ve okuyacağım cümle/kitap Yaşar Kemal’e ait olurdu. Daha duygusal, daha sıcakkanlı, daha insancıl veya herneyse o daha olur muydum bilmiyorum fakat her ne olacaksa güzel olurdu, iyi olurdu…

Okumaya, heceleye heceleye okumaya Yaşar Kemal ile başlayan çocuklara…


Not: Yazıyı Yaşar Kemal hastaneye kaldırılmadan önce yazdım. Hikayenin devamını başka bir yazı ile paylaşacağım. Yaşar Kemal’e geçmiş olsun dileklerimi sunuyor en kısa zamanda sağlığına kavuşmasını diliyorum… Gitmenin hiç sırası değil…