Gümüşhane E Tipi Kapalı Cezaevi’nde yatan Şırnak İdil doğumlu Mehmet Salih ERDEN adlı yurttaşın cezaevinde yazdığı Koçerlik ( yerleşik yaşama geçmeyenler ) kültürünün hem sosyolojik, hem tarihsel hem de toplumsal olarak ele aldığı ‘‘ KOÇERLİK BİR SERÜVENDİR’’ adlı çalışmasında Erden, Koçerliği şöyle tanımlamaktadır ‘‘ Koçerler bir sisteme bağlı olmayıp, sınır ve sınırlandırıcılığı pek tanımamaktadırlar. Bu yüzden doğayla iç içe, yaylalarda, ovalarda ve ormanlar içinde sade doğal bir yaşamı tercih ettiklerini’’ söyleyen Erden ‘‘ Koçerlerin Doğayı kendilerinden ayrı görmedikleri gibi, kendileri de doğanın üstünde bir yerde görmezler, tam tersine kendilerini doğanın bir parçası olarak görürler. Ruhsal olarak da doğanın kutsallığının bir ürünü olduklarına inandıklarından, doğayla aralarında ciddi bir simbiyotik ilişki her zaman var ola gelmiştir.’’ diye tanımlıyor.
KOÇERLİK BİR SERÜVENDİR
Koçerler, tarihsel ve toplumsal kültürümüzde önemli bir yer tutan bir figürdürler. Yaşam alışkanlıkları, iç ilişkileri ve dinamik öğeleriyle zengin bir kültürel yapılanmanın temel yapı taşlarından birisini meydana getirirler. Bizde bu kısa sosyolojik çalışmamızla; Koçer yaşamından bir kesiti ele alıp değerlendirmeye çalışacağız.
Halk dilinde koçer veya köçerlik ‘ yerleşik yaşama geçmeyenler ‘ olarak betimlenirken, birçok kültürde de aynı yaşam kültürünün başka isimlerle adlandırıldığı da bilinmektedir. Örneğin Türk kültüründe Türkmen-Yörük veya Arabistan yarım adasındaki Bedevi, Kuzey Afrika’nın Tuareg’ler gibi.
Koçerler bir sisteme bağlı olmayıp, sınır ve sınırlandırıcılığı pek tanımamaktadırlar. Bu yüzden doğayla iç içe, yaylalarda, ovalarda ve ormanlar içinde sade ve doğal bir yaşamı tercih ederler. Doğayı kendilerinden ayrı görmedikleri gibi, kendileri de doğanın üstünde bir yerde görmezler, tam tersine kendilerini doğanın bir parçası olarak görürler. Ruhsal olarakta doğanın kutsallığının bir ürünü olduklarına inandıklarından, doğayla aralarında ciddi bir simbiyotik ilişki her zaman var ola gelmiştir.
Köçerlikte her bireyin bir işlevi vardır. Bu aynı zamanda, Koçer toplumunda kendi emeğiyle yaşamak esasken, başkasının emeğine tenezzülü ayıp sayarlar. Emeksizliğin insanın tükenişi olduğunu belirten Zerdüştlük ise, yaşamın her alanında etkisini hissettirmiştir. Yaygın ve resmi Müslümanlığa biat edilirse de; doğan güneşe yüzlerini çevirip namaza durmaları; ayın doğuş anında diz üstü çöküp saygılarını belirterek, bir dilek tutma, ateşi kirletmeme, kesilen veya dökülen saçların rastgele atılmaması, tırnakların gece değil de gündüz kesilerek toprağa gömülmesi ve ocak ateşini her zaman diri tutma, gibi günlük yaşamın temel alışkanlıkları kendilerine atalarından kalan Zerdüşt’ü geleneklerden bir kaçıdır.
Esasen Kürt halkının ezici bir çoğunluğu Koçer kültüründen geldiklerinden bugün göreceli olarak yerleşik yasama geçmiş birçok aşiretin gelenek, görenek ve yaşam alışkanlığı bakımından halen de Koçerlikten kalma izleri taşırlar ki, bu aşiretlerin en bilinenleri; Duderi, Kiçan, Teya, Batuya, Sora Musereşi ve ismini sayamayacağımız onlarca büyük aile bu geleneğin günümüzdeki temsilcileri konumundadır. Dönemsel olarak ve ebetteki dış tehditlere göre örgütlenmelere giderek aşiret ve aşiret federasyonları biçiminde birlik oluşturmaktadırlar. Aşiret ve kabile ise Başkan Apo’nun değimiyle ‘ üretim ve savunma için gerekli toplumsal birliklerdir. Vakti zamanında gelişen dış tehditlere karşı kendi yaşamını güvenceye alma girişimleridir ‘ ve bunlar ’ sadece kan bağı değil, üretim ve güvenliğin gerekli kıldığı çekirdek toplum unsurlarıdırlar. Binlerce yıllık geleneği temsil ederler’ demektedir.
Genel olarak aşiret, özelde ise Koçer aşiretleri içinde özgür – kominal ve demokratik gelenek potansiyeli en yüksek olan toplumsal kesimlerdir. Koçerlerin üst kesimini oluşturan ailelerde her ne kadar egemenlere bir benzeşme istemleri ve eğilimleri olsa da, aşiretin çekirdeğini oluşturan kesimde demokratik ve özgürlükçü gelenekler daha baskındır.
Yine Koçer geleneğinde belli bir kapalılık olsa da, aslında bu kapalılık asla ulusal birliğin gelişimi önünde engel teşkil etmediği gibi tam tersine her zaman özgürlük ve bu temelde gelişen mücadelelere ilgi ve katılım göstermişlerdir.
Geçim kaynağının en temel ayağını oluşturan hayvancılık konusunda oldukça hassas olan Koçerler, hayvanları için en uygun mera ve yaylaları ararken, otlak ve suyun bol olmasına dikkat ederler. Kışın deşt ‘ova’ yazın ise serin, sulak ve yüksek yaylaları seçerlerdi. Bunun için de, her göç mevsiminden önce hazırlıklar başlardı. Kış mevsimi için, henüz sonbaharın ilk aylarında kabilenin ‘Ruspi’ isimli ileri gelenleri toplanıp tartışarak, en uygun yerlerin tespitine çalışırlardı ki, bu seçilen yerler bir köy kenarı veya kış koşullarında kolay ulaşım sağlanabilecek yerlerdi. Tabi ki bu yerlerin gerçek sahiplerine ödenen ‘Kode’ denilen kira vardı. Bunun için belli bir ortak bütçe oluşturuluyor olsada, çoğu kez ‘Demani’ isimli mera sahibi yerleşik köylülerin, aynı yeri iki ayrı kabileye kiralaması sonucu sıkıntıyla karşılaştıklarından, bunun önüne geçmek içinde kendilerince tedbirler geliştirirlerdi.
Sonbaharın gelmesiyle birlikte, havalar iyice soğumadan ana konaklar bırakılıp, tüm eşyalar araçların ulaşabileceği bir yere taşınarak bırakılırdı. Bir yaz boyunca biriktirdikleri peynirlerin taşınma işi de öyle kolay olmazdı. Bu peynirler gelende değişik işlemlerden geçmiş ‘Eyar’ denilen hayvan postunda çok nazik bir biçimde saklanırdı. Bir tekin yırtılması bile onlarca kilo peynirin heba olması demekti. İki eyar gene kıldan yapılmış harara konularak taşınmak üzere katırlara yüklenirdi. Diğer yük hayvanları genelde böylesi işlerde tercih edilmezlerdi. Zira birçok hayvan yolda zorluklar çıkartabiliyor, yükü sırtlarından atıkları gibi, bazen de kendilerini uçurumlardan atarak intihar edebiliyorlardı. İşte bu yüzden ağır yük işlerinde, dayanıklılığı sebebiyle katırlar tercih edilirdi.
Bu taşınma işlemlerinin ardından, birkaç araba kiralanarak, ‘koz’ yani kışın kalacakları yere taşınırlar. Tüm bu eşyalara ise genel anlamda ‘bane’ deniliyordu. Baneyle gidecek kadın ve çocuklar ise özelikle seçilirdi, zira kış mevsiminin tüm hazırlıklarını bunlar yapacaklardı. Gidilen yer daha önce kaldıkları yer ise, her aile önceki yerine; ilk defa gittikleri bir yer ise; mağara veya çadır yerlerini paylaşımına başlanırdı ki, bu belirlemede genellikle kurayla belirlenirdi. Ve tüm bunların ardından zaman kaybedilmeden hazırlıklar başlanırdı. Ve bu inanılmaz bir paylaşım ve dayanışma çerçevesinde gerçekleşirdi.
İş bölümü ise; doğal bir çerçevede evin içişleri kadınlara ayrılırken, erkekler genellikle evin dışında kalan işlerle ilgilenirlerdi… Kadınlarda kendi içlerine iş bölümüne gider, genç olanları yakacak ihtiyacı olan odunları toplarken, görece daha yaşlı olanları ise kılçadırın tamiri, onarımı ve bakımıyla ilgilenirlerdi. Ki, bu çadırların yapımı bile oldukça zahmetlidir. Önce keçi kılından iğle eğerek ip haline getirilir, o ipte dokunarak çadırların parçaları oluşturulurdu. Tevin denilen parçalar hazırlandıktan sonra kadınlar belirli bir günü tayin ederek; peynirleri satmak için en yakın ilçeye gider, elde ettikleri parayla da kışlık erzaklarını temin ederlerdi.
Erkekler ise; bir kısmı kozlarını korumakla görevlendirilirdi, diğerleri ise yıkılan duvarları onarmak, mağaraları temizlemek, geri kalanları ise kışlık yem hazırlıklarına girişirlerdi. Hayvan yemleri genelde saman ve arpadan oluşurdu. Bu yemler konaklama yerine en yakın yerde istiflenip, üzerleri naylonla kapatılırdı. Ve son olarak, sonbaharın son aylarında çadırlar kurulurdu. Tabi hayvan çadırları ile ailelerin kaldığı çadırlar ayrıydı.
Bu insanlar tüm yoğunluklarına rağmen sosyal etkinliklerinden de geri kalmazlar. Akşamları yakılan büyük ateşin etrafında toplanıp kadınlı- erkekli halaya durulurdu. Bu oyunların başında ‘bablekan, şexani, dicide’ gelirken, helbestler (şiirler) ise genellikle evlenme çağına gelmiş genç kız ve erkeklere yönelik olurdu. Bu sosyal etkinliklerde ciddi bir cins ayrımı olmadığı için, Koçer yaşamında, kadının toplumsal statüsü ve hareket alanının genişliğinden rahatlıkla izlenebilir.
Gençler ise; hiçbir şekilde zapt edilmez bir ok misali var olanın dışına çıkmaya çalışırlardı ki, bunun adı da çoğunlukla aşk olurdu…
Tabi geçlerin âşık oldukları kızlarla haberleşmek için en temel araçları güneşe tutulan aynanın karşısındakinin gözüne yansıtılmasına yarayan küçük cep aynaları olurken; bir diğer yöntem de aracılar olurdu. Aşığına söylenecek bir çift kelamın yeri ve zamanını önceden aracı kanalıyla sevdalıya iletmek odun toplarken, su taşırken gözlerden ırak, yüreklerinin derinliklerinde buluşulurdu. ‘ Bir şeye ağlıyorsan, onu korumasını da bileceksin’ misali en büyük engel, dünyanın tüm tarihi boyunca yazılı olan kuraklı; Hasretlik…
Sürülerin yayladan dönüş vakti önceden bilindiğinden hazırlıklar ona göre yapılmıştır. Artık işlerin ağır olanı bitirilmiştir ve rehavet dönemi başlamıştır Koçer yaşamı için ki; düğün ve nişanlar özellikle bu döneme denk getirilirdi.
Koçer toplumunda düğün, alışageldik tarzda olmayıp damadın babası veya yakınlarından birisi kabile reisinin evine gider ve kendisini bilgilendirerek izin isterken; kabile reisi de bu durumu kabilenin ruspileriyle (aile büyükleri) görüşerek düğün tarihi belirlenirdi. Damat ve Gelinin babalarının hazır bulunduğu bir ortamda başlık parası karara bağlanırken, özellikle orada hazır bulunan gelinin dayısına verilmek üzere ve çoğunluklada silahtan oluşan xalani ( dayıya verilen hediye ) hediyesi olmazsa olmazlardandı.
Tüm hazırlıkların ardından, Damadın amcası tarafından özenle seçilen atın süslenmesiyle düğün başlardı. Düğün sabahı kabilenin tüm gençleri damadın etrafında toplanırken; kabiledeki herkes en güzel giysileriyle düğüne katılılardı. Erkekler şal û şapîklerini, kadınlar ise çemçem denilen, beyaz fistanların üstüne bellerine bağladıkları siyah hemayî kefilerini ( puşu) ,başlarına ise püskülü kefiyeler takarken, yaşlı kadınlar ise xeftan veya mêzer denilen kıyafetler giyerken, erkekler ise, siyah-beyaz kefiyeleri tercih ederlerdi
Damadın evinin önünde tutulan dilan’nın (halay) ardında; süslenmiş olan atın dizginlerinden tutularak gelinin evine doğru yolla çıkılır ve yaklaşıldığında da tîlîlî (zılgıt) ile havaya sıkılan silahlarla tüm dağda yankılanırdı adeta. Damat tarafı gelini biran önce almak için acele ederken, gelin tarafı ise mümkün olduğunca ağırdan alır. En sonunda da gelinin kardeşi kapının önünde durarak hediye alıncaya kadar, damat tarafının eve girişine izin vermez. Birçok kerede birinin omuzuna binmek gibi muzırlıklarda yapılırdı.
Ata bindirilen gelin ise; damat evine geldiğinde yüklü bir hediye almadan attan inmemekte diretir ve tüm bu hediyelerde damadın amcası veya dayısı tarafından karşılanırdı.
Kış mevsiminin elbetteki kendisine has zorlukları olsada, sosyal anlamda gençler uzun kış gecelerinede bir araya toplanıp eğlenirken, kadınlarda kendi aralarında eğlenirlerdi. Genç erkekler bazen gözlerine kestirdikleri bir kümesten tavuk çalarak yerken, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tilkiyi suçlarlardı. Aslında tüm herkes bu işi gençlerin yaptığını bilirdi ve olayı öğrenen evin sahibi her ne kadar ilk başlarda sövüp saysada, genelde ‘gençtirler, ne olmuş yemişlerse. Afiyet olsun’ derdi. Çünkü herkes de çok iyi bilirdi ki, bu gençler kabilenin geleceğiydi.
Koçer yaşamının doğaya olan bağlılığı karşılıklı beslenme ilişkisinin de ötesinde, aşkı andırırdı. Karşılıklı duyum ve uyum ilişkisi, Koçer’in doğayı tanıması kadar, onun kendisine sunduğu özgürlük fırsatından da ileri gelmekteydi.
İlkbahar demek, rengârenk çiçeklerin açıldığı, doğanın yeşile büründüğü, taze toprak kokusunun her tarafa sindiği bu bahar ayı, bütün Kürdistan için olduğu gibi, Koçerler içinde yeni bir başlangıç anlamına gelmekteydi. Bu mevsimle birlikte bütün kış boyunca çekilen dertler unutulur, karınca misali herkes işe koyulurdu. Özellikle çobanların bir sanatı icra edercesine koyunları gütmesi izlenmesi gereken bir durumdur. Tabi bahar ayı hayvanlar içinde özgürlük demektir. Yem sıkıntısı bitmiş, geniş otlaklarda gecenin geç saatlerine kadar otlayan koyunların yanı sıra, artık kuzularda dışarıya çıkarılmaya başlanmıştır. Ve elbetteki, artık koyun sağma işine başlanmıştır. Bu işe ‘Beri’ denilirken, bu işi yapanlara da ‘Berivan’ denilirdi. Düz bir yere bırakılan yüksekçe bir taşın üzerin oturan Berivan da koyunları sağardı. Ancak diğer Kürt ve köy toplamlarının aksine Koçerlerde kadınlar koyunları tutarken sağma işini erkekler yapardı.
Sağılan ilk günün sütü kesinlikle eve sokulmaz, yılın daha bereketli geçmesi için komşulara dağıtılırdı ki bu geleneğin sürdürülmesinde ve sütün değerlendirilmesinden sadece kadınlar sorumluydular. İlkbaharda elde edilen sütün bolluğundan peynir veya değişik ürünleri elde eden kadınlar, bunları ilçeye götürerek bir bakkalın önünde veya pazarda satarlardı, elde edilen gelirle de çeşitli ihtiyaçlar karşılanırdı ve bu da Koçerlerin gittiği her pazarda bir canlılığa yol açardı.
Otların sararması ise, Koçerler için yeni bir göçün habercisidir. Artık yazlık yerlerin terkedilme vakti gelmiştir ve nereye gidileceğine kabilenin ruspileri toplanarak, atalarından kendilerine kalan göç yollarını takip ederek harekete geçerlerdi. Her ailenin kendi sürüsü ve çobanı olduğu gibi, bazen bir iki aile bir araya gelerek sürü oluşturur ve ona uygun bir çoban da tutarlardı.
Her göç kendisiyle beraber bir umut getiriyor olsada, geride bırakılanlar, ataların mezarları ve yaşanmışlıklarda hüzün taşırdı bağrında… Ölümün kendi adına yakışan acıları gibi, Koçer geleneğinde ölümüne yaşanmış beraberlikler, ölüm anından sonra da yaşanmaya devam eder yer ve mekâna bakmaksızın her perşembeyi cumaya bağlayan günün akşamında şîva mirya ‘ölü yemeği’ verme geleneğiyle yitirdiklerini anımsama ve onun hakkını temsil etmeyi hep sürdürmüşlerdir. Koçer toplumunun güzergâhlarının değişik noktalarında mezarlıklar vardı ve ölülerini bu mezarlıklara gömdüklerinden yaşadıkları bölgenin her yerinde kendilerine ait bir şeyler mutlaka vardır ve bu anlamıyla her yer onların sayılırdı. Yurt sevgileri, dil ve kültürleri kendilerine has ve orijinaldi. Ovada yaşayanlar gibi, yabancı dil ve kültürlere açık olmayan Koçerler, doğanın kendilerine sunduğu cömertliği, sadeliği kişiliklerinde görmek mümkündü.
Çok yaşlı veya hasta birisi, mutlak suretle çocuklarından başlayarak helalleşir, vasiyetlerde bulunurdu. Bu vasiyetleri yerine getirmek büyük çocuktan başlamak üzere, tüm çocuklarının şeref ve ahiret borcu olarak kabul edilirdi.
Deşt’ ten (ovadan) yaylaya doğru varmaları bir ay ile kırk beş gün sürebiliyorken, her bir geçici konaklama mesafesi 15-20 km arasında olur. Sabahları şafak söktüğünde yükler toplanıp hayvanlara yüklenirdi. ‘ Sabah serinliği yorgunluk attırır’ deyimine uygun, şafakla beraber yola koyulurdu.
Yolculuk esnasının en hareketlileri gene gençler olur, genç kızlar bunu fırsat bilip yol boyunca çeyizlerini tamamlamaya çalışırken; genç erkeklerde yol boyunca yürekleri okşarcasına patlatılan karşılıklı klamlarla (şarkı) sade ve pürüzsüz sesleri yankılanırdı vadilerde.
Konaklama yerine ulaşıldığında yapılan ilk iş çobanlara yemek hazırlamaktır. Çobanına iyi bakmak bir geleneğin ötesinde bir kural gibiydi ‘sürüsünü seven çobanına iyi bakar’ değimine uygun davranılırdı. Genelde sürüler çadıra yakın bir yere getirilir ve vakit kaybedilmeden de koyunlar sağılmaya başlanırdı. Sağılan sütten elde edilen peynirler ‘ tori’ denilen peynir tüccarlarına satılır ki, her kabilenin bir veya iki tüccarı olurdu. Bu kişiler, zamanı geldiğinde yaylalara çıkar, peyniri yerinden alarak rahat bir alışverişe zemin sağlarlardı.
Yaylaların karları henüz kurumadığı için bir süre belli bir yerde konaklanırdı. Bu yerler de Botan’da ‘Çemê karê, Deştarava’ denilen yerlerdi. Bu dönemde her gün bir ailenin olmak üzere koyunlar kırpılmaya başlanırdı. Tabi bu gibi faaliyetler kolektif olarak yapıldığı gibi, tam bir festival havasında yapılır, kesilen koyun-keçi, çeşitli yemekler eşliğinde tamamlanırdı.
Karlar nihayet eridiğinde ise, Koçerler yüksek yaylalara çıkmaya başla, ruspilerin belirlediği yerlerde her aile kendine gösterilen yere gider, ardından da her evden bir veya iki genç kız, peynire katmak için ‘sirik’ denilen yabani sarımsak toplarlardı. Bunun için çok acele etmeleri gerekirdi, çünkü sürüler geldiğinde çoğunu yer, kalanını da ezerlerdi. Sirikvanların çıktığı gün, çayırlar adeta renk cümbüşüne dönerdi. Bu otlar toplandıktan sonra ince ince kıyılır, tuzlandıktan sonra da peynire katılırdı.
Evler genellikle zom denilen, toplu yapılaşmaya uygun olarak yaylalara inşa edilirdi. Ve havalar soğuyuncaya kadar da orda kalınırdı.
Son yıllarda toplumsal ve siyasal gelişmelerin ardından, Koçerlerin yaşam alanları’ da adeta yok olmaya başladı. Yüzyıllardır yaylalarda özgürce hareket etmiş bu kültür, artık şehirleşmenin etkileri altında yitip gitmektedir. Yaşam alanları yok edilen Koçerler arkalarında zengin bir yaşam kültürünü bırakarak; yoksulluğun çeperinde yaşamak üzere kentlerin varoşlarına sürüklenmektedirler. Ve ne hazindir ki, kaybeden sadece Koçerler olmuyor. Asıl kaybeden insanlık olmaktadır.
Gümüşhane E Tipi Kapalı Cezaevi / Mehmet Salih ERDEN