O şehirde, yedi tepeli şehirde...
15 Aralık 2015 Salı
Çingene Yolculuk
Bölüm 1
Çingenelerin vatanlarını neden terk etmek zorunda kaldıkları bugün bile yanıtsız kalmaktaysa da tarihçiler üç görüş üzerinde durmaktadır:
Çingenelerin vatanlarını neden terk etmek zorunda kaldıkları bugün bile yanıtsız kalmaktaysa da tarihçiler üç görüş üzerinde durmaktadır:
- Gazneli Mahmut’un Sindh ve Penjap’ı işgali sırasında 500.000 Hint'i esir aldığı bilinmekte olup Hindistan’ı fetheden Müslümanların, Romanları köle olarak alıp ülkelerine götürülmesi en yaygın teoridir.
- En düşük kast olduğu sanılan Çingenelerin, Müslüman fatihlere karşı paralı asker olarak kullanılmış olabilirler ki, yenilginin ardından göç etmek zorunda kalmış olabilirler.
- Firdevsi’nin Şehnamesi’ne göre MS 420 yılında vatanlarını (Hindistan, Karaçi) terk edip dünyaya yayılan 12.000 kişilik Luri halkı, eğer Çingeneler ise dünyaya yayılmalarının Hindistan'ın işgali ile ilişkisi olamaz.
İlk kez 1505'te İrlanda'da, 1514'te de İngiltere'de nüfus kayıtlarına geçirildiler. Aynı tarihlerde, Avrupa'nın birçok ülkesinde gezgin çalgıcı ve falcılardan oluşan bazı göçebe toplulukların kayıtlarına rastlanır. Günümüzde Çingeneler dünyanın dört bir yanına dağılmış olarak yaşarlar. Büyük bölümü Avrupa'nın güney kesiminde toplanmıştır. 19. yy.ın sonlarına doğru Kuzey Amerika'ya da göç etmişlerdir. Çingeneler yaşadıkları her ülkede değişik adlarla anılırlar.
Çingeneler, dünyanın en renkli göçebe topluluklarından biridir.
Çingenelerin büyük bölümü gelenek, göreneklerini ve topluluklarının yönetim biçimlerini korumuştur. İlk olarak 19. yy.da Avrupa'da, sayıları 10-100 aile arasında değişen Çingene toplulukları şefler seçmeye başladı.
Çingene sözcüğü yerleşik düzeni olmayan göçebe insanları çağrıştırır. Oysa Çingenelerin çok azı günümüzde göçebedir. Bazıları kendi istekleriyle göçebeliği bırakmış, yaşadıkları ülkenin yaşam biçimini benimsemişlerdir. Roman olmayanlarla evlenen Romanlar da vardır.Bazı ülkelerde de yerleşik yaşama zorlanmışlardır.Soykırıma uğramışlardır.
Yarı göçebe, yarı yerleşik bir topluluğun sayımının yapılması güç olduğu için Çingenelerin kesin nüfusu bilinmemektedir.
Nisan 1971'de, Çingenelerin sorunlarını tartışmak üzere Londra yakınlarında ilk Uluslararası Roman Kongresi toplanmış olup bu kongreye atfen, 1990'dan itibaren 8 Nisan Dünya Romanlar Günü olarak kutlanmaktadır
Bölüm 2
Çingenelerle ilgili bilinmeyenler her zaman bilinenlerden fazla oldu. Bu yazıda konuyla ilgili kendi yaklaşımlarımız çerçevesinde; Çingene gerçeğinin ısrarla göz ardı edilen boyutlarını ortaya koymaya çalışacağız. Öncelikli amacımız Çingene halklarının büyük insanlık ailesi içerisindeki yerini net bir biçimde vurgulamaktır. Bununla birlikte Çingene halklarının gelişimlerini kısıtlayan, kendilerini daha güçlü bir biçimde ortaya koymalarını engelleyen faktörlerden biri olarak organik ve adanmış aydınlarından yoksunlukları da bu yazının temel temalarından birini teşkil etmektedir.
Çingene kelimesi bir kavimden, bir halktan daha fazlasını anlatmaktadır. Geçimlerini sanayi ve kapitalizmin gelişiminden önce; çeşitli zanaat ve hizmetlerin yerleşik tarımcılara, göçebe çobanlara ve kent-kasaba ahalisine sunulmasıyla sağlayan, göçebe ve yarı-göçebe halklar; Balkanlar, Orta Doğu, Orta Asya ve Orta Doğu'nun bir bölümünde Çingene adıyla anılmışlardır. Bu bölgelerde yaşayan Romanlar, Abdallar, Domlar, Lomlar, Mugatlar, Tavaktaroshlar, Helebiler, Ashkaliler gibi halkların ortak adı Çingenedir.
Bu coğrafyaların dışında ise aynı geçim stratejisini benimsemiş farklı halklar için; Batı Avrupa'da Gypsy; Orta Doğu'nun kimi bölgelerinde Nawar; Hindistan'da Parya, Chandala, Afrika'da Sab, Midgan ve benzeri sözcükler kullanılmaktadır. Demek ki kökenleri, dilleri ve kültürleri farklı dahi olsa temel geçim stratejileri aynı olan bu halklar, dışarıdan bakanların onları tek bir isimle tanımlamasını mümkün kılacak şekilde bir bütün oluşturmaktadırlar.
Çingene halklarının tarihlerinde ortak olan bir deneyim onların geçim stratejilerinin aynılaşmasına neden olmuştur. Bu deneyim çingeneleştirilme sürecidir. Çingene halkları tarihin şu veya bu anında yaşadıkları çingeneleştirilme deneyimi öncesinde farklı toplumsal yapılara sahip olmuşlardır. Her biri içinde bulundukları daha büyük sosyal ve doğal çevreye uygun olarak kendi geçim stratejilerini geliştirmişlerdir. Kimileri geniş ormanlık arazilerde avcılık ve toplayıcılık yaparak geçinmektedirler. Kimileri ise hayvan sürülerine sahip göçebe kavimlerdir. Bazı başkaları ise kendilerine ya da başkalarına ait topraklarda tarım yapmaktadırlar. Çingeneleştirilme süreci tüm bu eski geçim stratejileri ve bunlara bağlı toplumsal organizasyon biçimlerini ortadan kaldırır.
Bir başka kavim ya da kabilenin yürüttüğü istila hareketi, kaos ya da doğal afetler sonucu söz konusu kavimler geçim stratejilerini üzerinde temellendirdikleri kaynaklardan yoksun kalmışlardır. Ormanlarda avcılık ve toplayıcılık yaparak geçinen kavimlerin sahip oldukları orman alanları, çobanların hayvan sürüleri ve tarımcıların toprakları bir biçimde ellerinden alınmıştır. Ormanlardan avcılık ve toplayıcılık yaparak geçinen tabiat insanları tabiatla olan bağlarını, çobanlık ve tarım yaparak geçinen toplumlarsa halk olarak siyasal ve ekonomik yükselişlerinin temelini teşkil eden doğal asabiyetlerinin maddi zeminini yitirmişlerdir.
Bu koşullar altında her türlü geçim imkanından yoksun kalan ve içinde yaşadıkları toplumlarda güç göstergesi ve maddi gücün kaynağı olan tüm unsurları yitiren halklar Çingeneleştirilirler. Geçinebilmek için çeşitli zanaat ve hizmetleri, geniş aile grupları olarak başka kavim ve kabilelere sunacak karşılığında onlardan gıda maddeleri temin edeceklerdir. Ne var ki çok büyük bir statü kaybı yaşamışlar, Çingeneleştirilmişlerdir. Giderek yoksullaşarak, birlikte yaşadıkları toplumların en yoksul ve en dışlanmış grubunu oluştururlar.
İki medeniyet
Çingeneleştirilen halklar; çoban, tarımcı ve avcı toplayıcı halklardan farklı bir konumdadırlar. Çingene olmayan, Gaco-Geben halklarının medeniyetinde yer alan pek çok temel kavram Çingene halklarının oluşturduğu medeniyete yabancıdır. Gaco-Geben halkları mülk sahibi halklardır. Toprakları, hayvan sürüleri vardır. Başlarda bunları korumak ve giderek de başkalarının mülklerini ele geçirmek için siyaset ve onun başka araçlarla yürütülen şekli olan savaşı geliştirmişlerdir. Gaco-Geben halkları zaman içerisinde birbirlerine zıt çıkarlara sahip ekonomik gruplardan oluşan katmanlı toplumlara dönüşmüşlerdir. Bu kez de siyaset ve savaş aynı halkların içerisindeki bu farklı ekonomik grupların, kaynaklar üzerindeki hakimiyet için birbirleriyle yaptıkları mücadelenin aracı olmuşlardır. Tarih içerisinde bu ekonomik grupların belirlendiği toplumsal yapılar değişmişse de, siyaset ve savaşın bu temel doğası hemen hemen her yerde aynı kalmıştır.
Gaco-Geben halkları belli coğrafyalarda toplanmış; toplandıkları alanlarda diğer gruplar ve halklar üzerinde egemenlik tesis eden siyasal yapılar oluşturmuşlardır. Bu yapılar zamanla güçlü devlet biçimlerine dönüşmüşlerdir. Köleci imparatorluk, mülk ve feodal hükümranlık temelinde gelişen bu ilk devlet yapılarının yerini kapitalizmin gelişmesiyle, merkez kapitalist ülkelerde ulus devletler ve daha sonra çevre kapitalist ülkelerde gelişen geç-ulus devletler almıştır. Gaco-Geben halklarının belli coğrafyalarda toplanmaları, belli coğrafyaları kendi hakimiyet alanları olarak sınırlandırmaları doğrudan doğruya onların ekonomik gerçeklikleri ile bağlantılıdır. Gerek hayvancılık ve gerekse tarım; hayvan sürüleri ve toprak üzerinde özel mülkiyete dayandığından; Gaco-Geben halklarında hakim durumda bulunan ekonomik ya da ekopolitik gruplar resmi ya da fiili egemenlikleri altındaki tarım arazileri ve hayvan sürülerinin otlak alanlarını, başka Gaco-Geben halklarına ait olanlardan ayırarak hem kendilerini ayakta tutan ekonomik süreçleri garantiye almışlar hem de egemenliklerini pekiştirmişlerdir. Kapitalizmin gelişmesiyle kurulan yeni ülkelerin ve bu ülkelerdeki siyasal egemenlik aygıtı olan ulus devletlerin öncelikli vazifesi ulusal pazarı bütünleştirmek ve korumak olmuştur.
Çingene halklarının medeniyeti ise barışçıl bir zanaat medeniyetidir. Çingene halkları neredeyse mutlak anlamda mülksüzleştirilmişler ve Çingeneleştirilmeleri sonucu gelecekte de mülk sahibi olmaları büyük ölçüde engellenmiştir. Bu engelleme kimi yerde resmi kimi yerde ise fiili yasaklarla pekiştirilmiştir. Her şeye rağmen Çingene halkları geçinmek için yaptıkları zanaat ve hizmetlerde derinleşmiş ve bu alanda önemli bir teknik ilerleme yaratmayı başarmışlardır. Öte yandan mülkten yoksun oldukları için Gaco-Geben medeniyetinin en önemli unsurlarından olan siyaset ve savaşa yabancı kalmışlardır. Zira ne korumaları gereken bir mülkleri vardır ne de başkalarının mülklerini ele geçirebilme umudu. Tarihte çok nadir de olsa kimi Çingene halklar bazı özel şartların yardımıyla bu cendereyi kırıp mülk sahibi olmaya, savaş ve siyasetin dilini konuşmaya başladıklarında ise onlar Çingene olmaktan çıkmış, çok geçmeden Çingenelik geçmişlerindeki kötü bir anıya dönüşmüş ve unutulmuştur.
Çingene halklarının temel geçim stratejisi, onların sınırlı toprak parçalarında toplanmalarını değil, mümkün olan en geniş coğrafyalara dağılmasını zorunlu kılmıştır. Mümkün olan en geniş müşteri topluluklarına ulaşabilmek için küçük gruplara bölünerek dağılmışlar, bu dağılma sürecinin sonucunda bütün Çingene halkları yaşadıkları her bölgede sayıca azınlık durumunda kalmışlardır. Örneğin temel olarak Balkan ve Batı Anadolu coğrafyasında yaşayan Romanlar bu bölgenin her yerinde yaşamlarını sürdürseler de coğrafyanın hiçbir yerinde nüfus çoğunluğu oluşturmamaktadırlar. Aynı şey Orta Anadolu'da yaşayan Abdallar, Kafkasya'daki Poşalar, Mezopotamya'daki Domlar, Orta Asya'daki Mugatlar ve tüm diğer Çingene halkları için geçerlidir. Çingene halklarının nüfus çoğunluğunu oluşturduğu tek yer en kalabalığı 25.000'i geçmeyen Çingene mahalleleri olmuştur. Çingene mahalleleri sadece Çingene halklarının kendi kültürlerini geliştirdikleri ve ürettikleri temel birimler olmakla kalmamış, aynı zamanda binlerce yıllık yaşanmışlığın sonucunda asimile olmamış Çingene bireylerin yaşayabileceği yegane mekan parçaları olarak kalmışlardır.
Kapitalizm ve Çingeneler
Daha önceki sosyo-ekonomik bütünlerden pek çok açıdan ayrılan kapitalizm dünyanın çehresini değiştirmiş ve gezegenin her bir köşesine sızmayı başarabilmiştir. Sanayinin ve kapitalist ilişkilerin gelişimine bağlı olarak toplumlar dönüşürken, geçmişte Çingene halkları tarafından yapılan çeşitli zanaat ve hizmetlerin önemli bir bölümü ortadan kaldırılmıştır. Sepetçilik, demircilik, kalaycılık, diş çekme, ilaç yapımı, halk hekimliği, seyyar berberlik gibi çoğu meslek ortadan kalkmıştır. Müzisyenlik, cambazlık vs gibi meslekler ise biçim değiştirip yeni dönemin koşullarına uygun olarak yeniden üretilmiştir. Çoğu Çingene ise geçmişle bağını tamamen kopararak içinde yaşanılan ülkede başkalarının çalışmak istemeyeceği düşük gelirli ve insan sağlığına zararlı işlerde çalışmaya başlamıştır. Bunun ötesine geçmeleri ise bir yandan binlerce yılın mülksüzleştirilmişlik mirası öte yandan ise birlikte yaşadıkları Gaco-Geben halklarının alt ekonomik gruplarında dahi hakim durumda bulunan tamamen dışlayıcı önyargı duvarları tarafından engellenmiştir. Bu önyargı duvarları, Çingene halklarına mensup bireyleri, Gaco-Geben halklarının alt ekonomik gruplarından yalıtarak, hemen hemen evrensel kast duvarları olarak işlev görmektedirler.
Çingene halkları, Gaco-Geben halklarından farklı olarak kendi içlerinde çıkarları birbirine zıt ekonomik gruplara ayrılmamışlardır. Aralarında liderler ve ön plana çıkan özel insanlar olsa da bunlarla halklarının kalanının ilişkisi hiçbir zaman Gaco-Geben halklarındaki gibi olmamış, yapılaşmış zıtlıklara dönüşmemiştir. Çingene halklarının içinden çıkan bireyler ya da gruplar belli bir ölçünün üzerinde ekonomik, kültürel ya da sosyal sermaye birikimi gerçekleştirdiklerinde vakit kaybetmeden toplumlarından koparak izlerini kaybettirmişler, Gaco-Geben halklarına dahil olmuşlardır. Bu haliyle Çingene halklarını oluşturan bireylerin ezici çoğunluğu yaşadıkları ülkelerde, en alt Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik grupları ile yan yanalık ilişkisi içerisinde bulunmuşlardır. Yani Çingene halkları, kendi içlerinde çıkarları birbirlerine zıt ekonomik gruplara bölünmemişlerse de halk olarak Gaco-Geben halklarının içlerindeki katmanlaşmalarda mağdur ekonomik ve ekopolitik grupların alt kümeleri olarak görülebilirler.
Daha somut konuşmak gerekirse Çingene halkları, merkez kapitalist ülkeler gibi, kapitalist ilişkilerin toplumsal yapıyı bütünüyle yeniden yapılandırdığı coğrafyalarda sınıflaşmış işçi ve yedek işçi ekonomik gruplarının; çevre kapitalist ülkelerin Balkan ve Orta Doğu varyantlarında olduğu gibi kapitalist ilişkilere tabi ama toplumsal yapısı daha karmaşık bir katmanlaşma gösteren ülkelerde garibanlar ve halk sınıfları olarak tanımlanabilecek ekopolitik grupların unsurlarını teşkil ederler.
Bu noktada son yıllarda ortaya çıkan yeni bir eğilim dikkatle izlenmelidir. Özellikle Romanların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde; çeşitli uluslararası kurumlar Romanların uzun vadede bölgesel istikrar için bir sorun teşkil etmemesi için Romanları topluma entegre etmek amacıyla küresel fonlar ayırmaya başlamışlardır. Bu fonlar Gaco-Geben halklarından bireyler ve Romanların asimile olmak üzere olan nispeten varlıklı bireyleri tarafından kullanılmaktadır. Fonları almaya devam etmek için Roman toplumundan sözde de olsa kopmayan bu yeni Roman elitler gelecekte Roman toplumunun üst ekonomik ya da ekopolitik gruplarını oluşturabilirler mi? Yoksa uluslararası kurumlardan gelen fon akışının kesilmesi ile birlikte geçmişte olduğu gibi bu bireylerde hızlı bir biçimde Çingene geçmişleri ile bağlarını kesecekler midir? Bu sorunun yanıtını şimdilik vermeyeceğiz.
Çingene aydınları nerede?
Çingene halkları içlerinden çıkan bireysel istisnalar bir yana, mülksüzleştirilmişliklerini sürdürmektedirler. Mülk sahibi Çingeneler, geçmişte olduğu gibi bugün de büyük bir hızla kendi topluluklarından kopmakta ve mülk sahibi oldukları andan itibaren artık daha fazla Çingenelerin bir parçası olmamaktadırlar. Çingene halklarını oluşturan bireylerin büyük çoğunluğunu onları yaşadıkları dünyaya bağlayan mülkleri, varlıkları, sosyo-politik ilişkisellikleri yoktur. Çingene halklarının kahir ekseriyetinin kaybedecek hemen hiçbir şeyi yoktur. Bu durum bir yandan muazzam bir dinamizme sahip olmalarını sağlarken öte yandan köklü değişimlere açık olmalarını mümkün kılar. Doğal olarak yaşadıkları her yerde mevcut statülere yabancılaşır onlara karşı tepkiselleşirler. Buna karşılık Çingene halkları yaşadıkları hiçbir yerde kendilerini mevcut durumlarına mahkum eden yapılara karşı sağlıklı tepkiler geliştirememekte, çoğunlukla Çingene halklarında var olan mevcut tepki suç örgütlenmelerinin yelkenine su taşımaktadır.
Bu durumun temel nedeni yine Çingene halklarının tarihinde yatmaktadır. Tıpkı mülk sahibi olan Çingene bireyler gibi eğitim almış veya bir biçimde kendini yetiştirmiş Çingene aydınları da toplumlarından kopmaktadırlar. Çok sayıda Çingene bireyi şansın yardımıyla eğitim alabilmekte, olağanüstü yeteneklere sahip Çingene bireyler bazen eğitim almaksızın da kendilerini yetiştirebilmektedirler. Ne var ki Çingene toplumlarının yoksulluğu ve onları kuşatan kast sınırları o kadar katıdır ki, Çingene aydınları içinden çıktıkları toplumun bünyesinde kaldıkları müddetçe kendileri ve toplumları için hiçbir umut olmadığını görmektedirler. Toplumundan kaçmayı başarabilirse Gaco-Geben halklarına mensup bir birey olarak kendisine mütevazi de olsa farklı bir gelecek yaratması mümkün olacaktır.
Bu amaçla eğer fizik özellikleri herhangi bir Çingene halkına aidiyetine şehadet etmiyorsa, bu aidiyete işaret eden fiziksel ve kültürel özellikler taşıyan akrabalarından koparak ya da eğer kendi fiziksel veya kültürel özellikleri bu aidiyete işaret ediyorsa bu özellikleri açıklayan kurgusal aile tarihleri hazırlayarak Gaco-Geben halklarının içerisinde kendisine bir yer bulmaya çalışır. Köksüz, tarihsiz ve iğreti bir biçimde Gaco-Geben halklarından herhangi birisinin içerisinde erimeyi başarsa da gelecek nesillerinin iğreti var oluşlarının farkına vararak köklerini sorgulaması kuvvetle muhtemeldir. Her halükarda kopuş gerçekleştirmiştir. Bu aşamadan sonra aydın, yani kültür üreticisi sayılabilecek olan Çingene bireyinin gerçekleştireceği her türden üretim Gaco-Geben halklarına yarayacaktır. Bu da insanlığa bir katkıdır şüphesiz. Ama kendi toplumundan koparak zihinsel enerjisini farklı alanlara kanalize eden Çingene aydını, içinden çıktığı Çingene halkının kültürel kuraklaşmasına bir biçimde katkıda bulunmuş olmaktadır.
Her toplum kendisini aydınları ile yeniden inşa eder. Halkların ve halkların içerisindeki ekonomik ve ekopolitik grupların tarihsel bilincini yaratan ya organik aydınları ya da kendisini o topluma adamış başka toplumlara mensup aydınlardır. Çingene halklarının potansiyel aydınları belirtilen nedenlerden ötürü toplumlarından uzaklaştıkları gibi diğer toplumların aydınları da yine aynı gerekçelerle Çingene toplumundan uzak durmaktadırlar. Çingeneliği kuşatan muazzam lanetin büyüklüğünü bilinçaltında hisseden Gaco-Geben aydını kendisini bu halklara adamayı, onların toplumsal varlığının geliştirilmesine katkıda bulunmayı düşünemez bile. Zira binlerce yıla yayılmış mutlak mülksüzlük; dışarıdan bakan Gaco-Geben aydınında dipsiz kuyu hissi uyandıracak; en şövalye ruhlu olanları bile Çingenelere adanmış bir ömrün saygınlığına ve anlamlılığına kendini ikna etmeyi başaramayacaktır.
Bu noktada siyaset ve onun başka araçlarla yürütülen biçimi olan savaşın tarihsel olarak Gaco-Geben halkları tarafından yürütülmüş olmasının çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Her iki insan ilişkisi de Gaco-Geben halklarına özgü kodlar ve simgelerle tanımlanmıştır. Şövalyelik ya da adanmışlık ancak şu veya bu biçimde bu kodlar ve simgeleri taşıyan halklar veya bu halkların bünyesindeki ekonomik veya ekopolitik gruplar için yapıldığında gerçek anlamını bulmakta ve bireye kendini feda etmekten alınan manevi hazzı ya da insani tamamlanma imkanını sunmaktadır. Çingene halkları bu kod ve simgelerden tamamen yoksun olduklarından fedaya layık bulunmazlar.
Bu şartlar altında Çingene halkları kolu kanadı kırılmış bir halde kalır. Bir yanda kendisini mutlak mülksüzlüğe, mutlak dışlanmışlığa mahkum eden statülere muazzam bir öfke duyarken; öte yandan tepkisini ifade edebileceği sağlıklı zeminleri inşa edebilecek organik ve adanmış aydınlarından yoksun olduğundan son derece tehlikeli bir kısır döngünün içerisinde hapsolur.
Çingene halklarının tepkisini sağlıklı biçimlerde ifade edebileceği sağlıklı kanalların olmaması sadece bu halklar için bir sorun değildir. Daha önce de belirttiğimiz üzere Çingene halkları birlikte yaşadıkları Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik gruplarının parçası durumundadırlar. Geçim stratejileri nedeni ile geniş alanlara yayılma eğiliminde olan Çingene halkları hiçbir yerde çoğunluk teşkil etmezler. Buna karşılık yaygınlıkları ve sahip oldukları dinamizm ile, pek çok açıdan kader ortaklığı yaptıkları kesimlerle el ele verirlerse önemli toplumsal dönüşümlere katkı sunmaları muhtemeldir. Ne var ki bunun gerçekleşebilmesi ancak ve ancak Çingene halklarının organik ve adanmış aydınları ile kendi kendilerini inşa etmeleri, kendilerini ifade edebilecekleri sağlıklı kanalları kurmaları ile mümkündür.
Çingeneleştirilmenin aydınsızlaşma ile tamamlandığı şartlarda Çingeneler kendilerini ifade edecekleri sağlıklı kanallardan yoksun oldukları ölçüde normal şartlarda elbirliği edebilecekleri Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik grupları ile karşı karşıya geleceklerdir. Zira yolunu bulamayan öfke suça ve şiddete yol açacak, bunun hedefinde ise haliyle Çingene halklarının en yakınındaki Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik gruplarına mensup bireyler olacaktır. Bu durumsa Çingenelere Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik grupları arasında taban bulan ırkçılık olarak geri dönecektir.
***
Burada söylediklerimiz hem mevcut durumun analizi hem de geleceğe ilişkin bir öngörü niteliği taşıyor. Organik ve adanmış aydınları ile kendini yeniden kurma şansı bulamaması durumunda, Çingene halklarının muazzam dinamizmi, Gaco-Geben halklarının alt ekonomik ve ekopolitik katmanları için büyük bir negatif kaos kaynağı olabilecekken; aksi durumda pozitif bir kaos ve yapıcı enerjilere kaynaklık edebilecektir. Bu yapıcı enerjilerin coğrafyamızın ve gezegenimizin genel tıkanmışlığı için büyük bir şifa kaynağı olması da mümkündür. Bütün mesele aydınlar ve Çingene halkları arasındaki ters mıknatıslanma etkisinin şu veya bu biçimde aşılmasının mümkün olup olmadığıdır.
Bu yazıyla şimdilik tarihe not düşmüş olalım. Sorduğumuz soruların yanıtı hiç şüphesiz ki önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde tarih tarafından verilecektir...(AM/NV)
* Bu yazı cingeneyiz.org'da yayımlandı.
Koçer
“Koçer” kelime olarak “göçer, göç eden” anlamındadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan ve sayıları birkaç yüz bin olan Koçerler genellikle hayvancılık ile geçimlerini sağlayan aşiretlerdir.
30 Kasım 2015 Pazartesi
Balıkçı
Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?
Nazım Hikmet
Fotoğraf : İsmail AYDIN
Alevi Dedesi
Ocakların İmamlarla bağlantısı ve Ocak Sistemi
Ocak, Anadolu halk inançlarında büyük yer tutar. Bunun eski geleneklerle
bağlantılı olduğuna dair birçok araştırmacı görüş belirtmiştir “soy ve sülale”
anlamında da kullanılagelmiştir.
Her Dede veya ana ailesi bir ocağa dahildir. Onun temsil ettiği değerlere büyük
kutsallık ve manevi güç atfedilir. Aleviler arasında da ocaklara karşı büyük bir
saygı vardır. Ocaklarla ilgili olağanüstü birçok kerametlerin sözkonusu olduğu
olay (menkıbe) dilden dile aktarılır. Ocak ailelerine mensup olmak bazı özel
ayrıcalıkları da beraberinde getirmiştir.
Genel olarak Alevi-Bektaşi topluluklar cemaat yapılanması bakımından
dergahlar ve ocaklara bağlıdırlar. Toplumsal planda dergah ve ocak disiplini
esastır. Bu organizasyon kutsal temellere dayanmaktadır çünkü bu ocakları
oluşturmuş aileler keramet sahibi ululardan gelmektedir.
Bu ulu kişiler, aynı zamanda İslam Peygamberinin ve Ehlibeytinin soyuna
dayanmaktadır. “Hak-Muhammed-Ali Yolu” olarak adlandırılan ve kutsanan bu
yol, Ehlibeyte dayanan dede aileleri yani “Ocaklar” aracılığıyla yüzyıllardır
süregelmektedir.
Alevi Ocakları, örneğin; Dede Garkın, Sarı Saltuk ve Hıdır Abdal gibi Alevi
geleneğinin evlad-ı resul (seyyid) saydığı ve kutsal kabul ettiği din ulularının
adlarını taşımaktadır. Ocaklar zaman içerisinde, bu kutsal dervişlerin
soylarından gelenlerce kurumsal hale getirilmiş, bu soylardan gelenlere
ocakzade (ocakoğlu) denmiş, dedelik görevinin ocakzade dedeler (seyyidler)
tarafından yerine getirilmesi bir gelenek halini almıştır.
Hem kaynaklar ve hem de sözlü geleneğe göre Dede ocaklarına adlarını veren
şahsiyetlerin bu konumlarını belirleyen üç önemli unsur vardır:
Soy: Ocak Ulularının bazıları gerçekten soy yoluyla Hz. Ali’ye bağlanmaktadır.
Şecerelere her ne kadar ihtiyatla yaklaşmak gerekse de bunların tümünün
düzmece olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Demek ki bazı ocak uluları
gerçekten Hz. Ali soyundan gelen ocakzade bir soya mensupturlar.
Keramet: Yine sözlü geleneğe ve şecerelerde yazılanlara göre bazı ocak
uluları da olağanüstü güçlere sahip olmaları ve keramet göstermeleri
nedeniyle ocak kurucusu olmuşlardır ki bazı Dedeler de onların soylarından
gelmektedirler. Bu kerametler arasında ateşe hükmetme, zehir içme, duvarı
yürütmek gibi kerametler sayılabilir.
Hizmet: Bazı ocak uluları da Hacı Bektaş Veli dergahında yaptıkları hizmetleri
karşılığında Alevileri özellikle inanç ve ibadet konularında eğitmek üzere
görevlendirmişlerdir. Menkıbelere göre Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Seyit
Cemal, Güvenç Abdal gibi bazı ocak ulularını Anadolu’ya Alevi taliplere dedelik
yapmak üzere göndermiştir.
Bu konuda farklı Alevi-Bektaşi grupların mensup oldukları ocak sahipleri;
Dedebabalar, Çelebiler, Ocakzade Dedeler, Babalar ve Dikme Dedeler,
ocakların oluşum zamanı konusunda farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bu
görüşleri genel olarak şu şekilde özetlemek olanaklıdır:
• Alevi Ocakları Hacı Bektaş Veli zamanında ortaya çıktı.
• Alevi Ocakları Hacı Bektaş Veli’den önce vardı. Hz. Ali’nin soyundan gelen
ailelerce oluşturuldu.
• Alevi Ocakları Şah İsmail’den sonra ortaya çıktı.
• Anadolu’ya gelen kabilelerin dinsel/siyasal lideri Türkmen babaları
Ocakzade Dede ailelerini oluşturdular.
AĞU İÇEN OCAĞI (KARA DONLU CAN BABA) BABA MANSUR OCAĞI/
CELAL ABBAS OCAĞI/ DERVİŞ CEMAL/ SEYİT CEMAL OCAĞI/ İMAM
MUSA-İ KAZIM OCAĞI/ İMAM ZEYNEL ABİDİN OCAĞI/ KUREYŞAN OCAĞI/
HACI KUREYŞ OCAĞI/ MUNZUR BABA/ HUBYAR SULTAN/ SULTAN
MUNZUR OCAĞI/ PİR SULTAN OCAĞI/ ÜRYAN HIZIR/ SULTAN HIDIR
OCAĞI , gibi Alevi geleneğinin evlad-ı resul (seyyid) saydığı ve kutsal kabul
ettiği din ulularının adlarını taşımaktadır. Ocaklar zaman içerisinde, bu kutsal
dervişlerin soylarından gelenlerce kurumsal hale getirilmiş, bu soylardan
gelenlere ocakzade (ocakoğlu) denmiş, dedelik görevinin ocakzade dedeler
(seyyidler) tarafından yerine getirilmesi bir gelenek halini almıştır.
DEDELİK KURUMU
Alevi Ocaklarında Dedelik Kurumu üçlü bir hiyerarşiye dayanır: 1-Mürşid, 2-Pir,
3-Rehber. Kimi yörelerde bu hiyerarşi Pir ve Mürşid’in yer değiştirmesi
şeklinde uygulanmaktadır.
Yani şu şekildedir: 1-Pir, 2-Mürşid, 3-Rehber Şüphesiz bu üçü de dedesoylu
olan kişi için varolan bu sıralama işlevseldir. Birbirlerini tamamlarlar, biri
olmaksızın diğeri anlamsızlaşır. Tümü de ocakzade olan yani dedesoylu olan
dede aileleri bu görevleri paylaşmışlardır. Görev paylaşımı daha çok aynı ocak
ve yakın akraba Dede aileleri arasında gerçekleşmektedir. Bazı yerlerde bu
hiyerarşik görevlendirmeyi çeşitli Ocaklardan Dedeler toplanarak bir seçim
şeklinde yapıyorlarmış. Bu gelenek Avrupa`da yeniden uygulama olanağı
bulmuştur. Kızılbaş Alevi dedelerini genel olarak üç kategoriye ayırabiliriz:
1-Bağımsız ocakzade dedeler:
Daha çok Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli, Erzurum yörelerinde bulunan
bağımsız ocakzade dedeler Hacı Bektaş Veli’yi pir ve serçeşme kabul etmekle
birlikte, Hacı Bektaş’ın postunda oturan ve onu temsil ettiğine inanılan
Çelebilerden icazetname (hüccet veya izin) almaksızın taliplerinin hizmetlerini
görürler.
Bu düzende Ocak sistemi ve Dedelik kurumu büyük rollere sahiptir. Kırda
varolan sosyal yapılanma Ocak sistemi ile oldukça uyumlu çalışmış ve zaten
bu yapılanma gereğ i Ocaklar ve onu temsil eden Dedeler oldukça inisiyatif
sahibi, güçlü konumda olmuşlardır. Bu nedenle biz bu Ocakzade dedeleri
“bağımsız” olarak nitelendiriyoruz.
2-Hacı Bektaş Çelebilerine bağlı dedeler/babalar:
İkinci grup dedeler ise belli aralıklarla -genellikle yılda bir- Hacı Bektaş Veli
postunda oturan Çelebilerden onay almak ve dergaha parasal veya eşdeğer
bir ödemede bulunmak suretiyle dedelik/babalık hizmetlerini yerine
getirebilirlerdi.
Bu hizmet de genellikle babadan oğula geçmekle birlikte, Ocakzade dedelerde
olduğu gibi Evladı Resul olmak koşulu aranmıyordu. Özellikle Orta Anadolu
bölgesi’nde Amasya, Tokat, Yozgat, Çorum gibi illerde bu tip dede aileleri
bulunmaktadır.
3-Ocakzade dedelerce görevlendirilen dikme dedeler/babalar:
Dikme dedeler/babalar ise Ocakzade dedelerce görevlendirilirler ve tanınmış
bir ocağa mensup değillerdir, ancak ocakzade dedenin yokluğunda taliplerin
hizmetlerini görürler. Bazı bölgelerde dikme dedelere mürebbi de denir.
Dikme dedelik uygulaması da koşulların doğal bir sonucu olarak görülebilir.
Uzakta bulunan taliplerini sık sık ziyaret edemeyen dedeler taliplerin dedelik
hizmetleri yokluğunda da sürsün diye bu çözümü bulmuşlardır. Büyük ölçüde
Ocakzade dedelerle taliplerin arasındaki coğrafi uzaklıktan kaynaklanan bu
uygulama, uzun vadede ocakzade dede-dikme dede ve ocakzade dede-talip
ilişkilerinde zayıflamaya ve kopmaya yol açmış ve sonuçta yeni ocakların
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bazı bölgelerde, bu dikme dede aileleri zamanla
oldukça etkili bir hale gelmişlerdir.
Kaynak : Ali Yaman, Alevi Ocaklari (Alevi- Bektasi org.)
İNANÇ ÖNDERLERİNİN GELENEKSEL İŞLEVSEL GÖREVLERİ
İnanç önderlerimizin köyden kente göç öncesi geleneksel, başlıca görev ve
vasıfları, aşağıdaki gibi sıralanabilinir:
1. Sosyal ve inaçsal bakımdan, topluma önderlik etme ve davranışlarıyla,
yaşantısıyla örnek olma,
2. Toplumu irşad (aydınlatma) ve bilgilendirme,
3. Toplumda bütünlüğü ve birliği ile dayanışmayı sağlamak,
4. Sosyal ve inançsal hizmetleri (cem, cenaze, evlenme törenleri vb.)
yönetme,
5. Adaleti sağlamak , suçluları düşkün etme,
6. İnancı ve gelenekleri yaşatmak ve aktarmak,
7. Toplumsal ve sosyal sorunları olanların ve hastaların itikaden ikrarlı
oldukları yer
İnanç önderlerimiz toplumumuza sosyal ve inançsal bakımdan önderlik
etmişler ve davranışlarıyla, yaşantılarıyla örnek olmuşlardır.
Dedelerin bu saygınlığı daha önce belirtilen niteliklerinden ve hizmetlerinden
kaynaklanmaktadır. Topluluğun en önemli ve kutsal görülen erkanlarını onlar
yönetir. Toplumu inançsal hizmetlerde yönlendiren kişinin ve yakınlarının
örnek alınmaları da doğaldır.
İnanç önderlerimiz yüzyıllarca toplumumuzu irşad (aydınlatma) ve
bilgilendirme görevini başarıyla yerine getirmişlerdir. Kentlere göç sonrasında,
bu konuda bazı sorunlar baş göstermiştir.
Alevi Dedeleri topluluğa geçmişe ilişkin bilgi vermenin yanı sıra, ahlak ve inanç
esaslarına yönelik öğütler de vermektedir.
Aleviler, Dedelerin buyruklarına titizlikle uyarlardı; uymayanlara çeşitli
yaptırımlar uygulanırdı. Dedeler, “Buyruk”larda yeralan dinsel esasları, Oniki
İmamlar, Kerbela vb. konuları sürekli Alevilere öğretirlerdi. Dedelerin Cemlerde
veya katıldıkları diğer toplantılardaki bilgi düzeyleri ve bu bilgileri verirken
gösterdiği performans, topluluğu etkileyebilmesi onun gördüğü saygıyı ve etkiyi
de artırırdı. Hele Cemlerde bu performansın saz ile birlikteliği yani Dedenin
sazı çalmaktaki mahareti topluluk nezdindeki gücünü ve etkisini artırırdı.
İnanç önderlerimiz toplumda birliği ve dayanışmayı sağlamak gibi çok önemli
bir işlevi de yüzyıllardır yerine getirmişlerdir.
Dedelerin ve Anaların bir diğer rolü de, toplumun iç düzeninin sağlanması ve
sürdürülmesinde yatar. Alevi Dedeleri topluluğa birlik bilincini aşılarlar ve
böylece toplumsal dayanışmayı sürekli sağlamış olurlar. Kişiler, aileler
arasındaki sorunların çözümünde Dedelerin ruhani nüfuzları çok etkili bir güce
sahiptir. Dede gittiği bir yerde, önce oradaki kırgınlıkları ve varolan sorunları
öğrenir. Bunlar Cem sırasında giderilmeye çalışılır, taraflar dinlenir ve
cemaatin de katılımı ile karara bağlanır. Karara uymak, kaçınılmazdır. Ancak
kararın yaptırımı yerine getirildikten sonra, o topluluk içerisindeki eski konuma
kavuşmak olanaklı olabilir. Aksi taktirde o kişi veya aile artık tümüyle dışlanmış
olmaktadır. Yaptırım gücünde varolan sosyal disiplini sağlamaya yönelik bu
önlemler herkesi bu yapıya uygun harekete zorlamaktadır. Bu şekilde çözüme
kavuşturulan birçok olay mevcuttur. Dede, toplumda birliği ve dayanışmayı,
onları zaman zaman denetlemek ve çeşitli yaptırımları uygulamak
suretiyle, sağlamış olmaktadır.
İnanç önderlerimiz sosyal ve dinsel törenleri (cem, cenaze, evlenme törenleri
vb.) yönetmişlerdir. Alevi-Bektaşilerin ibadetlerinin temeli bu cem törenlerine
dayanır. Cemler geleneksel olarak Cuma akşamı denilen Perşembeyi Cumaya
başlayan akşam yapılırlar.
Ocakzade Dedeler ve Bektaşi Babaları, her yıl düzenli bir şekilde kendilerine
bağlı köylerdeki taliplerini ziyaret ederler. Dedelerin, Babaların bu ziyaretleri
genellikle, hasat zamanı geçtikten sonra yapılır. Dedelerin ziyaretleri, görgü
sorgu zamanı hasat zamanı bitiminde yani güz mevsiminde başlayıp, ilkbahara
kadar sürerdi.
Muhammed-Ali meydanı ve Ölmeden önce ölünen yer olarak da nitelendirilen
Cem meydanı (Cemevleri), her yönüyle kutsal kılınmıştır.
Ancak Dede’nin konuk olacağı ve Cem yapılacak evin büyük bir odaya sahip
olmasının yanısıra ev sahibi de titizlikle seçilirdi. Bu aile bireylerinin düşkün
olmaması, komşuları ve köylüleriyle sorunlu olmaması, sevilen, sayılan bir aile
olması gerekirdi. Aksi taktirde Dede o evde kalamaz ve Cem yapamazdı.
Alevi Dedelerin ve Anaların bayram, ölüm, evlenme, sünnet gibi törenlerde de
birtakım görevleri bulunmaktaydı. Topluluk için çok önemli olan böyle
zamanlarda dede veya ana mutlaka bulunurdu. Bayram günlerinde,
bayramlaşmalarda dede büyük saygı görür, onun veya bir başka kişinin evinde
toplanılır; Dede bu sohbetlerde o günün Alevi inancındaki önemi üzerine
bilgiler verir, toplulukla söyleşirdi.
Dede, Hakka Yürüme halinde yas yerine gider, akrabalarına başsağlığında
bulunur, dualar eder. Bazı bölgelerde cenazeyi Dede veya vekili yıkar.
Cenazeyi Alevi erkânına göre Dede kaldırırdı.
Dedelerin bir görevi de evlenme zamanlarında görülür. Çoğu zaman nikahları
Dedeler kıyar, nikah onun duasıyla sona ererdi.
Dede sünnet törenlerinde bulunur ve dualar ederdi. Bu sosyal ve dinsel
uygulamalarda Alevi yolunun önderleri sayılan Dedelerin bulunması topluluk
açısından büyük önem taşımaktadır.
Eski dönemlerde belli bölgelerde Cemler gizli gizli yapılmış, devlet
görevlilerinin olası baskınlarına karşı, Cem yapılan yerin kapısı ve köyün belli
yerlerine gözcüler konulmuştur. Bu geleneğin kısmen şehirlere göçtükten
sonra devam ettiği görülmekte.
Adaleti sağlamak, suçluları düşkün etme:
Alevi Dedelerinin yüzyıllardır topluluk içerisinde hukuku sağlama, adalet
dağıtma işlevleri gerçekten ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu işlev, çeşitli
nedenlerle ortaya çıkan düşmanlıkların sona ermesini sağlayarak, toplumsal
huzuru sağlıyordu.
Birbirleriyle konuşmayan, dargın olanlar, Dedenin huzurunda mutlaka
barıştırılır, barışmayanlara çeşitli yaptırımlar uygulanır.
Günümüzde Avrupa`da daha çok Alevi Kültür Merkezleri içindeki
anlaşmazlıklar veya çelişkiler cemlerde dile getirilmektedir.
Fotoğraf : İsmail AYDIN
26 Kasım 2015 Perşembe
Hasankeyf - Eski Köprü
Hasankeyf Kalesi’nin kuzeyinde, Dicle Üzerindeki bu köprü, Ortaçağ’ın en gösterişli ve en büyük köprüsü olarak tanımlanmaktadır. Ancak kitabesi günümüze gelemediğinden ne zaman yapıldığı tespit edilememiştir. K.Ritter bu köprünün 1122’de Emir Fahrettin tarafından yaptırıldığını belirtmiştir. Lehmann-Haupt’a göre Artukoğullarının dördüncü hükümdarı Fahrettin tarafından XII.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır.
Köprü üzerindeki figürlerden ve taşlardaki işaretlerden Artuklu yapısı olduğu sanılmaktadır. Eyyubiler döneminde, Sultan el-Melik el_Adil 1349’da bu köprünün tamirini istemiştir. Beş ay içerisinde onarılan bu köprü ile ilgili İbn Şeddat bazı bilgiler vermektedir: “ Köprü taştandır. Ancak ortası ahşap bir tavandır, düşman şehre saldırınca mevzilere çekilinir ve köprü kapanır, mevzilerde dolaşılır ve ikamet edilir. Ancak mevzilere kimse erişemez”.
Gezgin J.Barbaro da Hasankeyf’ten Siirt’e giderken Dicle üzerindeki tahta bir köprüden geçtiğini yazmıştır. Büyük olasılıkla bu köprü üzerinden geçmiştir. Barbaro, XV.yüzyılda geçtiği bu köprüyü şöyle tanımlamaktadır: “Köprünün kemeri o kadar yüksek ve geniştir ki, altından 300 fıçılık bir gemi bütün yelkenleri açık olarak geçebilir. Gerçekten, çok kere köprünün üzerinde durup nehre baktığım zamanlar, bu kadar yükseklikten dolayı bana korku gelirdi. Köprü fevkalade ve kayda şayan özelliktedir”.
Köprü sivri kemerli olup, batıdan doğuya doğru 15, 22, 40, 22 m. ölçüsünde kemer açıklıkları bulunmaktadır. Buradaki 40 m.lik açıklık bölgedeki en büyük kemer açıklığıdır. Batıdaki ayağın kalınlığı 8.90 m.dir. Köprünün boyunun 100 m.den fazla olduğu sanılmaktadır. Ayrıca köprü ayaklarına üçgen ve yuvarlak şekillerde selyaranlar yapılmıştır. Ayak temellerinin üst seviyesinden yukarıya doğru kemerli, küçük oda boşlukları yapılmıştır.
Köprü ayaklarının üzerinde yıpranmış bazı kabarma şekiller vardır. Bunları ilk defa Reybaut L.Taylor görmüş ve parsa benzetmiştir. Ayakların her bir yüzü üzerinde üçer adet olmak üzere dört cephesinde sayıları 12’yi bulmaktadır. Ancak bunların büyük çoğunluğu yok olmuş, yıpranmış ve silinmiştir. Taylor, bunların her birinde insan vücudunun alt kısmı ve bacaklarını görmüştür.
Köprü üzerindeki figürlerden ve taşlardaki işaretlerden Artuklu yapısı olduğu sanılmaktadır. Eyyubiler döneminde, Sultan el-Melik el_Adil 1349’da bu köprünün tamirini istemiştir. Beş ay içerisinde onarılan bu köprü ile ilgili İbn Şeddat bazı bilgiler vermektedir: “ Köprü taştandır. Ancak ortası ahşap bir tavandır, düşman şehre saldırınca mevzilere çekilinir ve köprü kapanır, mevzilerde dolaşılır ve ikamet edilir. Ancak mevzilere kimse erişemez”.
Gezgin J.Barbaro da Hasankeyf’ten Siirt’e giderken Dicle üzerindeki tahta bir köprüden geçtiğini yazmıştır. Büyük olasılıkla bu köprü üzerinden geçmiştir. Barbaro, XV.yüzyılda geçtiği bu köprüyü şöyle tanımlamaktadır: “Köprünün kemeri o kadar yüksek ve geniştir ki, altından 300 fıçılık bir gemi bütün yelkenleri açık olarak geçebilir. Gerçekten, çok kere köprünün üzerinde durup nehre baktığım zamanlar, bu kadar yükseklikten dolayı bana korku gelirdi. Köprü fevkalade ve kayda şayan özelliktedir”.
Köprü sivri kemerli olup, batıdan doğuya doğru 15, 22, 40, 22 m. ölçüsünde kemer açıklıkları bulunmaktadır. Buradaki 40 m.lik açıklık bölgedeki en büyük kemer açıklığıdır. Batıdaki ayağın kalınlığı 8.90 m.dir. Köprünün boyunun 100 m.den fazla olduğu sanılmaktadır. Ayrıca köprü ayaklarına üçgen ve yuvarlak şekillerde selyaranlar yapılmıştır. Ayak temellerinin üst seviyesinden yukarıya doğru kemerli, küçük oda boşlukları yapılmıştır.
Köprü ayaklarının üzerinde yıpranmış bazı kabarma şekiller vardır. Bunları ilk defa Reybaut L.Taylor görmüş ve parsa benzetmiştir. Ayakların her bir yüzü üzerinde üçer adet olmak üzere dört cephesinde sayıları 12’yi bulmaktadır. Ancak bunların büyük çoğunluğu yok olmuş, yıpranmış ve silinmiştir. Taylor, bunların her birinde insan vücudunun alt kısmı ve bacaklarını görmüştür.
2015 Yılında restorasyon çalışması bahanesiyle çelik kafeslere hapsedilen...
Hasankeyf - Yeni Köprü
Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte tarihi antik döneme kadar dayanmaktadır. Hasankeyf höyüğünde yapılan çalışmalarda 3.500 yıldan 12.000 yıl öncesine kadar arkeolojik buluntulara rastlanılmıştır. Yerleşim, Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş yolu üzerinde ve Dicle nehrinin kenarında kurulmuş olması nedeniyle stratejik bir öneme sahipti. MS 2. ve 3. yüzyıllarda sınır yerleşimi olarak Bizanslılarla Sasaniler arasında el değiştirmiştir. Diyarbakır ve çevresini ele geçiren Roma İmparatoru II. Konstantius, bölgeyi Sasanilerden korumak amacıyla iki sınır kalesi inşa ettirmiştir. MS 363 yılında inşa edilen kale uzun süre Roma ve Bizans egemenliğinde kaldı. Hıristiyanlığın bölgede 4. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamasından sonra yerleşim Süryani piskoposluğunun merkezi durumuna geldi. Kadıköy Konsülü tarafından MS 451 yılında Hasankeyf’teki piskoposluğa Kardinal unvanı verilmiştir. Hasankeyf 640 yılında, Halife Ömer döneminde İslâm ordusu tarafından ele geçirildi. Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler ve Mervaniler egemenliğinde kalan yerleşim 1102 yılında Artuklular tarafından ele geçirilmiştir. Artuklu beyliği' nin 1102-1232 yılları arasında başkentliğini yapan Hasankeyf, en parlak dönemini bu tarihlerde yaşamıştır. Artuklular döneminde imar edilerek kale kasabası özelliğinden kurtulup şehir haline geldi. 1232 yılında Eyyubiler tarafından ele geçirilen yerleşim, 1260 Moğollarca ele geçirildi ve tahrip edildi.Hasankeyf' in Eyyubi hakimi Hülagü' ye bağlılığını bildirerek şehirdeki egemenliğini devam ettirebildi. Hasankeyf, 14. yüzyılda önemli bir şehir olma özelliğini korumakla birlikte eski parlak günlerine kavuşamadı. 1462 yılında Uzun Hasan tarafından ele geçirilen şehir Akkoyunlu topraklarına katıldı. Akkoyunlular' ın zayıflamasıyla 1482 yılında Hasankeyf' te Eyyubi emirlerinin yönetimi yeniden başlamıştır. Bir süre sonra Safeviler' in denetimine geçen yerleşim, 1515 tarihinde Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1524 yılına kadar Osmanlı yönetimine bağlı Eyyubi yöneticiler tarafından idare edilen Hasankeyf, bu tarihten itibaren Osmanlı idarecileri tarafından yönetilmeye başlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren ana ticaret yollarının değişmesi ve Osmanlı-İran savaşları sonucunda ticarette görülen duraklama neticesinde şehir önemini yitirdi. 1867 yılından sonra Mardin Midyat’a bağlı olan yerleşim, 1926 yılında Gerçüş ilçesine bağlanmıştır. 1990 yılında Batman'ın il olmasıyla ilçe bu şehre bağlanmıştır.

Fotoğraf : İsmail AYDIN

Fotoğraf : İsmail AYDIN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)